Dört yıl aradan sonra Mavi Gök Yayınları tarafından ikinci kez basılarak okuyucularıyla buluşan bu öykü kitabı, okuyucusunu satırlar arasında farklı bir yolculuğa çıkarıyor. Yollara dökülmüş öykülerin içinde, kendini arayan ararken de doğa ile bütünleşen kahramanları içi içine sığmayan satırlarda kovalarken buldum kendimi. Birey iç dünyasındaki kalabalık kadroyla, bu kalabalık sadece kendisi, uzun bir yolculukta. Görüyorum ki insana yolunu gösteren de insanı yolundan eden de yine kendisi. Zaman ele geçirirken insanları, kaybolan değerler arasında kendisini bulmak için dönüp dolaşan sonunda yine kendisine kavuşan kahramanlarla tanışıyoruz eserde. Masalımsı bir havada imgelerle zenginleşmiş bir dilin elinden tutup şiirsel bir anlatımın ritminde devam ediyor yolculuk. Yolculuk kendi içimize, dönüş yine kendimize. Anlıyorum ki insan kendisinden kaçıyor aslında, dönse de kendisine dönüyor.
Kendimi bulduğum, içinde hissettiğim hatta kahramanı olarak gördüğüm öyküleri okumayı seviyorum. Ayna olmalı bana satırların ördüğü dünya. Bazen ayna puslu olsa da, yol yokuşa vursa da, virajlar savursa da sondaki düzlüğe çıkmanın verdiği huzurla öykülerden ayrılış anlam katıyor okuduklarıma. Yazar öykülerini yazdıktan sonra çekilir aradan, onlar artık okurun olmuştur. Her öykünün yolcusu da farklıdır. Bu öyküler de bana onlardan biri oldu, hemen hemen bütün öykülerin yolcusu oldum. Gezen bir kalem buldum satırlarda yurdun çeşitli topraklarına sürünmüş, üşenmemiş kokusunu getirmiş. Görmüş geçirmiş gözler var sayfalarda, kahramanların tavırlarıyla kendini ele veriyor bu farklılık ya da sofraya konulanlarda.
Zamanla değişen dünya, bu değişime uyan insan, değişirken kaybolan değerler… Uyum uyuşumundan karıncalanan tutsaklık, bu tutsaklık ile bozulan denge… Kendi özünden kopuş, sonra bunu aramaya koyuluş… Ararken de güzel maceralarla yumuşak geçişlerle bazen de bir fırtınanın ellerinin iziyle öze dönüş gerçekleşiyor eserde.
Yolcu, Araba, Balkon, Lav Denizindeki Ada, Nehri Tutuşturan Alev, Soba Çözümü Teorisi, Yağmur Altında, Uzun Bir Uyku, Yenilginin Kıyısında, Bakış, Gülmek İçin, Müstesna Bir Ekim, Şeftali Çiçeği, Rüyadaki olmak üzere on üç öyküden oluşuyor kitap.
Balkon, tek taraflı bir aşkın olmuş gibi varmış gibi sevmiş gibi sevilmiş gibi çarpan bir yürekte kısa süreliğine iki kişilik çıkan sesin öyküsü. Dilinizde sabun gibi kayan insanın içini burkan bir balkondan el sallayan şu satırlarla başlıyor hikâyemiz: “Sen düştün, yüreğin düştü. Kan revan içindeki bir nefes düştü balkondan caddeye.” (s.27) Balkondan sevdiğini gören adamın duygularıyla hayal dünyasında gezinirken tesadüfen zorunlu görev icabı tayinlerinin aynı taşra iline çıkması, imkânsızlıkların içinde bu aşkın mümkün gibi görünüp gerçeklerle balkondan çakılması ile son bulması anlatılıyor. “Yıkıldı balkon ve altında kaldı çocuk yürek. Alnından öpmek için çıktın kapıdan, evleri balkonsuz yapan mimarları.” (s.30)
Kitaba adını veren Lav Denizindeki Ada adlı öyküde, günümüz insanını, hayata yetişmeye çalışırken her şeye en çok da kendisine geç kalışını doğaya tutunarak anlatmakta. Doğa içe kaçış kendine sarılış temsili anlamda. Sürekli işiyle meşgul olmak zorunda olan kahramanın evini, aslında kendisini ihmal etmesi… Her şeye yetecek kazanç olsa da kendisi yok ortada. “Cebimde hemen her zaman her istediğimi alacak kadar param var. Sadece istediğimi almaya vaktim yok.” (s.33) Aslında tam tersi durum tezahür etse yine problem… Bu erkeklerin işi zor bu dünyada… Yaranamadı, lav denizinin ortasındaki adada kaldı, kendisiyle kaldı. Koşturmasının arasında annesini kaybedip Safinur da ondan gidince ada sığınak, ada kendisi… Ada gidenlerin ardından suyun çekilmesiyle ortaya çıkan gerçekler… Doğada nefes alan ıssız satırlar anlatıyor bize yalnızlığı. Kahraman “Hep azıyla yetindim,” dese de çoğu için çok çalıştı. Zamanı unuttu, kendisini unuttu çalışarak istirahat etti kendi sözleriyle. Çünkü o “Zafer yavaşlara göre değildir,” sözüne inananlardandı. Annesini öbür dünyaya yollayınca başlıyor yolculuğuna. Sözcükler içine içine vuruyor bazen insanın, tekrarlandığı yerden yankılanıyor.”Yolun yarısı değilmiş, otuz beş yaşında hem öksüz hem yetim kalmışım. Yol tükenmiş de görmemişim. İzler kaybolmuş. Sular çekilmiş, kurumuş bütün ağaçlar. Bitmek bilmeyen koşturmam sona erdi, bitti. Tükendim ben de. (s.35)
Alev, sobası sıcacık yanan tertemiz bir odada karşılıyor bizi öykü. Gündelik hayatın gündelik telaşı, insanların alışılagelmiş kaygıları var odada, sobanın üzerinde de çaydanlık. “Sarılı beyazlı çiçekleri ve çimen yeşili rengiyle küçük bir papatya tarlasını andıran yer sofrası üzerinde tanıdık bir manzara… (s.46) Varlıklı olmasa da kaygı zengini, inşaat işçisi babanın sofranın başında sıradan görünen ama yüreklere sığmayıp taşan sıcacık lokmalarını ağzında donduran telaşı var. “Birkaç lokma sonra o işçilerden kiminin düğün yapmak kiminin çocuk okutmak kiminin hasta kardeşini tedavi ettirmek için çabaladığını hatırlıyor. Elinde lokma bir an duruyor.” (s.46) Alışılmış sıradan bir günün soluğunu yudumlarken hayat, Şeyhmus sessizliği bozuyor, huzuru dağıtıyor, sobayı söndürüyor, çaydanlığı indiriyor sobanın üzerinden, oda buz gibi oluyor, öykü üşütüyor. Birden eski haline dönüyor ev, çocuk Şeyhmus yarı yoldan eve dönüyor. Şeyhmus’un ardından bir ateş düşüyor eve. Buz tuttuğu yerden kayıyor hayat alevlerin arasında. Şeyhmus babasını kanatları alev alan kelebeğin sırtında uğurluyor bu dünyanın kaygısından.
Soba Çözümü Teorisi öyküsü bize yazarlığı babadan miras kalan ama babası gibi tutulmayan bir yazarın yazarlıktan hayır görmediğini, karısının bu sebeple evi terk ettiğini ondan geriye kalan işlemeli havluya sarıldığını görüyoruz bir de kendisiyle mücadelesini. Kendisiyle çatışıyor yazar, yazdıklarıyla çatışıyor; dizelere çatıyor, yazarlara, şairlere, edebi dönemlere çatıyor. Hiçbir yerde kendisine yer bulamıyor. Yalnızlaşıyor. Soğuk bir evde terk edilmiş bir şekilde tozlu kitaplarının içinde savaşıyor kendisiyle. “Çılgınlık. Bu işlerden para kazanmak mümkün değil.” (s.56) En sonunda yenmekten yenilenmekten kelimelerle oynamaktan dünyayı kurtarmaktan okumaktan yazmaktan vazgeçer ve kararında ısınır. “Defterleri ve havluyu kovaya tıkıştırdı. Biraz kolonya, bir kibrit… Ne de güzel tutuştu mübarekler… Kış uzun geçecekti ve şansına kitaplık ağzına kadar doluydu.” (s.58)
Ben yolcusu oldum bu eserin. Yolda molalarım da bu öykülerde oldu. Yol boyunca tanıdık topraklara bulandım. Eledim sözcükleri, kalanlarda altın bulmuş gibi sevindim. Şeker sucuğundan, satırlardan başını uzatan yılanlardan, dut ağacının altından, uçsuz bucaksız çorak topraklardan, yapış yapış sıcaktan, yayla yollarından masal tadında bir koku geldi burnuma, memleket kokusu.