Buket Hanım, ilk öykü kitabınız “Erkeklere Her Şey Anlatılmaz” Sel Yayıncılık’tan çıktı. Yazarlık serüveninizden ve biraz da kendinizden bahseder misiniz?
Okuma yazmayı öğrendiğim gibi önce okuma sonra da yazma serüvenim başladı. İnternet öncesi dünyanın çocuğu iseniz ve de küçük bir şehirde büyümüşseniz okumaktan başka ufkunuzu açan başka bir şey yoktur. Şehir kütüphanesinde Pearl S. Buck’ı keşfetmiştik mesela. Yazarın babası uzak doğuda misyonerlik yapmış, bu nedenle orada geçer romanları Buck’ın. Özellikle anlattığı dönemlere ait kadın karakterlerin öyküleri inanılmaz. Kapalı kapıların ardında dönen politikayı tamamen etkisiz hatta süs bebeği gibi görünen kadınların nasıl yürüttüğü çok etkilemişti beni. Sonra dünya klasiklerine merak saldım. Yoğun bir okuma dönemi. Miyop olmamı çok kitap okumama bağlıyordu büyükler. Bir şeyler karalama ise gerçekten lisedeki edebiyat öğretmenim Mustafa Karaca ile başladı. Büyük bir sevgiyle anıyorum kendisini. Bir metin nasıl kurgulanır, nasıl kağıda dökülür. Abdülhak Hamid Tarhan’ın Makber şiirini daha iyi anlayalım diye kar yağarken mezarlıkta okumuştu bize. Biraz üşümüştük ama unutulmaz hatırası oldu. Üniversitede de günlük tutma, deneme yazma çabalarım oldu ama verimsizdi. Üzülüyorum şimdi, daha çok vakit ve emek verebilirdim. Ardından onkoloji uzmanı oldum, ilaç sektörüne geçtim. Seyahatlerle dolu yıllarım oldu. Bu süreçte hiç yazmadım diyebilirim ta ki iki bin on yılına dek. Oğlum da büyümüş ve birden yine kendime ait diyebildiğim zamanım olmuştu. Kardeşimin teşviki ile yazarlık atölyelerine gittim. Bu sürecin bana katkısı büyük, çok yoğun iş hayatımda gerçekten bir terapi, bir vaha benim için. Kitabın içindeki öykülerin bazıları beş altı yıl önce yazıldı. Kitaba bu kadar geç dönüşmesinde suç büyük oranda benim.
Beyaz Türkleri biraz fazla anlatan bir kitap diye eleştiri aldım geçenlerde. Doğru bir eleştiri bu. İnsan en iyi bildiğini yazıyor, en azından ilk kitapta. Öykülerimin yer ve zamandan bağımsız olmasına gayret ettim. Yerel dil veya öğe hiç kullanmamaya çalıştım. Dünyanın herhangi bir yerinde olmuş olması mümkün olayları ve kahramanları yazmaya çalıştım. Çünkü mutluluğumuzu ve varoluşumuzu kendimiz üzerinden tanımlıyoruz. Kendini çocuğuna adamış annenin bile bilinçaltındaki güdü sevilen ve muhtaç olunan olmak. Kendinden tamamen vazgeçişe inanmıyorum. Bunu neden yaptı ya da yapar? Benim sorum devamlı bu. Bu sözün, bu jestin, bu ses tonunun ardında ne var? Biraz paranoyak bir yaklaşım gibi görünebilir ama yazarken faydası var. Karşımızdakine kendimizi nasıl açıyoruz ya da açmıyoruz? Bunlara çok kafa yorduğumdan kahramanlarım hep bir çaba ve arayış içindeler. En sıkışmış durumda olan bile. Ağaçların Dili’nde yatalak bir kadının karşı evin balkonunda şahit olduğu olaylara dahil olmaya çalışması gibi. Gerçek mi bilemiyoruz tabii.
Farklı karakterler seçiyorsunuz, tahlilleriniz çok yerinde. İnsanları iyi gözlemlediğinizi düşünüyorum. Bununla ilgili neler söylemek istersiniz?
Sadece insanları seyretmek için kafelerde, meydanlarda otururum. Yanımdaki diyaloglara kulaklarım açıktır hep. Benim mottom: “Dikkat her şeydir”. Çok meraklı bir yapım var. İşime yarasın yaramasın birçok konuyu takip ederim. Öykülerde kullanma aşamasında çok faydalı olabiliyor. Bir de monotonluğa tahammülüm yok. Bu nedenle değişik karakterler, konular, mekânlar ilgi alanımda. Yazmak istediğim bir öykü için bir sürü materyal okurum. Kahraman nasıl davranır diye varsa videolar seyrederim. Karakterin beni inandırması gerek önce.
Beklenmedik sonla biten öyküleriniz var, bunu özellikle mi tercih ediyorsunuz?
İnsanoğlunun ne yapacağı öngörülemeyen bir canlı olduğuna inanıyorum. Kahramanlarım kendini aşsın istiyorum. Aristokrat soğuk bir kadının, varoşlarda yaşayan ve cinsel kimliği ailesi tarafından hem reddedilen hem de üzerinden çıkar sağlanmaya çalışılan bir oğlan çocuğundan medet umması gibi. Ailesinin yok saydığı, ezdiği Süreyya reçel tabağını camdan fırlatsın istiyorum. Aslında bu bir zaaf. Kahramanlarımın illa beklenmedik bir şey yapmaları gerekmiyor, onları yeni öykülerimde rahat bırakacağım.
Öykülerinizin üzerinde özenle çalıştığınız belli oluyor. Kendinize has bir üslubunuz, yalın bir anlatımınız var. Çok fazla ayrıntıya girmeden olması gerektiği kadarıyla anlatıyor, mekân kullanımıyla birlikte yerinde bir atmosfer oluşturuyorsunuz. Bakire Meryem’in Bahçesi bu öykülerden biri bana göre. Biraz bahsetmek ister misiniz?
Tasvir çok sevdiğim bir alan değil. Uzun uzadıya doğa betimlemeleri okuyamadığım gibi yazmam da ama mekânın önemini biliyorum. Okuyucu sahneleri sinema karesi gibi görsün istiyorum. Rahibe ve kahramanla o manastırın içine dolaşsın. Ama romandaki genişlik yok, bu nedenle en az malzemeyle en iyisini yapmak nasıl mümkün olur düşünüyorum. Ahlak kavramı beni çok rahatsız eder. Çok tehlikeli ama hayatın kurgusu içinde belli kurallar bütününü oluşturmak da gerekli. Sonra yavaş yavaş insanı boğan bir çembere dönüşüyor. Rahibe, yüce İsa’ya ve manastırı ayaktan tutan erkeklere hayatını adamış. Meryem İsa’yı doğursa da bakiredir biliyorsunuz. En temel içgüdünün en yasaklandığı yerde, kahraman toplumun ahlak çerçevesinin zaten dışındayken çektiği acıyla en olmayacak şeyi yapıyor; bir çocuğa zarar veriyor. Tam da manastırda geçmesi gereken bir öyküydü.
Çok sevdiğim öykülerinizden bir diğeri Kumrular öyküsü. Bu öyküyü yazma süreciniz nasıl gelişti?
Sizi etkileyen ve başucu kitaplarım dediğiniz yazarlar ve kitapları nelerdir?
En zorlandığım şey yazarları, kitapları seçmek. Hepsinin bende önemli etkisi var. Eduardo Galeano’ya bayılıyorum. Per Peterson, Gebrand Bakker, David Vann aklıma gelenler. Rus, Amerikan ve Britanyalı yazarlar favorim. Usta ve Margarita’yı okuyacağım, şimdi sırada o var. Orhan Pamuk, Latife Tekin, Hulki Aktunç, Murathan Mungan, İhsan O. Anar. En son Faruk Duman’ın Sus Barbatus’unu okudum şahaneydi. Bir de Yüz Kitap’a ve sahibi Serra Yılmaz’a teşekkür etmek istiyorum. Ne basarsa okumak istediğim bir yayınevi.
Bundan sonra öyküyle mi devam etmek istiyorsunuz? Başka planlarınız var mı?
Öykü hayatımın bir parçası oldu. Her şeye öyle bakar oldum. Ama iki roman konum var ve mutlaka yazmak istiyorum. Ancak şimdi bir hastanenin tıbbi direktörüyüm. Çok zaman ve enerji isteyen bir iş. Romanın da aynı talepleri var. İş başa düşüyor.