Hastanede gün boyu odaya giren çıkan bitmemiş, bütün sorunların eninde sonunda taşındığı mercii olarak milleti dinlemiş, akıl vermiş, moral yükseltmiş, tartışmaları çözmüş, alanlarında en yetkin tam da bu nedenle egoları devamlı beslenmek isteyen isimlerin bitmek bilmez taleplerini yönetmeye çalışmış, velhasıl bir hastane yöneticisinin sıradan bir gününü tamamlamış olarak eve dönüyordum. Yaz başlangıcı olduğundan günler uzamış, hava pırıl pırıldı. Kırmızı ışıkta beklerken adetim olmadığı halde etrafımdaki arabalara baktım. Yanı başımda bembeyaz bir minibüs vardı. Üzerinde parlak koyu pembe bir tespih resmi. Bu rengi çok sevdiğimden gözüm takılmıştı belki ama altındaki yazıyı okuyunca daha çok dikkatimi çekti. Kokulu tespih.
“Doktorcuğum,” dedi. “Senin de dünyadan haberin yok canım. Kokulu tespihler, ezan okuyan seccadeler, zikirmatikler neler, neler var bilsen. Bir mevlide götüreyim seni, hepsini gör.”
Hakka Yolculuk, isimli öykümü yazma hikayem böyle başladı. Pembe kristal taşları mı yoksa kokulu oluşu mu cezbetti beni bilmiyorum. Kahraman benim gibi olmalıydı, bu dünyayı kenarı köşesinden bilen, cenazeydi, düğündü, doğumdu derken mevlitlere gitmiş ama tam dahil olmamış biri. Zorunluktan bu işe girmeliydi ki hem şaşırsın hem uzak durmaya çalışsın hem de büyülensin. Nasıl büyülenecek? İnsanın en kolay kaybolduğu yer nedir? Zihinsel dengesini yıllar boyu özenle yarattığı, koruduğu dengeyi en çabuk nasıl kaybeder? Daha öykünün başında büyük bir belaya çatmış, işten atılmış hatta devlet gözünde sakıncalı. Bir şey daha gerekli. O zaman âşık olsun. Bu alemlere ait bir kıza, kolay ulaşamayacağı birine. Eski zaman aşıkları gibi deli divane olsun. İçine girip çıktığı, sadece gelir kaynağı olarak gördüğü bu dünyanın kendine sığınanlara vaat ettiği huzura ulaşmak için kız ona köprü olsun.
Adı nedense Ejder oldu. Okuyucuya komik gelebilir ama karakterler isimleriyle doğuyor bazen. Bu alışılmadık ismi onun içine gireceği dünyaya ters düşsün diye seçmiş olabilirim. Bilinçli bir tercih olmadı ama kızın adı öykü için araştırma yaparken önüme çıktı. Bukre, sabah aydınlığı imiş. Akrabası sayesinde bulduğu memurluk işinden yine onun yüzünden atılıyor, dava açıyor dönebilmek için ama iş uzuyor, Ejder parasız. İşgüzar komşu Rümeysa Hanım’ın ön ayak olmasıyla mevlit malzemeleri satan bir yere satış elemanı olarak giriyor.
Aynı Ejder gibi ben de bu dünyaya yabancı olduğumdan bulduğum tüm videoları seyretmeye, ilahileri, duaları okumaya başladım. Öyle ki ev halkına fenalık geldi. İlahiler denizinde yüzüyorduk. Mevlit derken tekkelerdeki zikir alemlerine atladım, evlerde yapılanlar gerçekten bağımlılık yapacak derecede ilginç, youtube’n başından kalkamaz oldum. Kutlu doğum haftasının binlerle kutlanan törenlerinden, vücutlarına şiş saplayanlara, zikir sırasında kendinden geçip bayılanlara, sakin düzgün bir edayla Kuran okuyan güzel sesli mevlithanlara kadar bütün o toplu kendinden geçişi izlenmenin büyüsü beni zapt etti, uzun bir süre öyküyü yazamadım.
Bukre ’ye rastlamam o sırada oldu. Tüm o vaveylanın, gösterinin, şatafatın arasında sessiz videolar. Bursa’da bir kadın medresesinin günlük yaşamını, nasıl dekore ettiklerini, yolculuklarını, kız kardeşliklerini, hayat ülkülerini uzak doğu müziği eşliğinde, alt yazıyla paylaştıkları seri. Bukre medresenin sözcüsüydü. Videolarda beyaz konversleri görünüyordu sadece. Ejder’in âşık olacağı kız bu, diye düşündüm görür görmez.
İki son düşündüm Hakka Yolculuk için. İlki, Ejder’in davayı kazanmasıyla bu dünyadan, büyük bir aşkla bağlı olduğu kızdan bir anda vaz geçmesi. Aslında en büyük tutkuların bile pamuk ipliğine, içinde bulunduğumuz duruma bağlı olarak değiştiğini anlatmak. Diğeri de öyküyü on beş Temmuz sabahı kızın yaşadığı medreseye giden Ejder’in orada kimseyi bulamaması. İki sonu da yazdım ama Ejder’in hikayesinin nasıl biteceği hâlâ belli değil.