Yazmaya başlarken önce annem oluyorum sonra İstanbul. Freud’ un gelişim kuramlarına göre ilk üç kuramı kapsayan yıllarım geçti İstanbul’da. Doğduğum yer olması sebebiyle hayatımda yeri bir başka.
“Bir Eski Sokak Sesi”, eskiye dair bütün sesleri getirdi kulağıma. Sevinç ÇOKUM’ un “Eğik Ağaçlar” ve “Bölüşmek” adlı öykü kitaplarının birleştirilmesi neticesinde almış bu adı kitap. İçerisinde otuz dört öykü barındırıyor. Sayısınca İstanbul… Otuz dört farklı hayatın konuğu oldum iki koldan, otuz dört dünyayı geçmişimde ağırladım. 70’li yılların İstanbul’unda yaşadım. Her satırında bir anım karşıladı beni, her bitişte bir başkasına uğurlandım. Unuttuğumu sandığım olaylar, kalabalık bir mahalle kadrosu canlandı hatırımda. Ben bu kitapla yeniden İstanbul’da yaşadım. Her biri çocukluğumun küçük uyanışları…
Öyküler bir yolculuğun gece molasında içilen çay gibi sıcacık. Çay kaşığının şıngırtıları geliyor zaten satırdaki sözcüklerden kulağınıza. Her derde derman çay… Gözünüze her renkten mavi çarpıyor dünyalardan: mavi uyku, mavi yorgan, mavi dolap, mavi boyalı duvar, mavi duman, mavi karanlık, mavimsi mor aydınlık, mavi oyalı mendil, mavi sabahlık, mavi araba… Bir kedinin tırmık izleri var her sayfada. Sigara dumanını unutmayalım, gölgenin elinde bile sigara… En çok dikkatimi çeken ayakkabılar: yalnız ayakkabılar, tek ayakkabılar, terliğimsi ayakkabılar…
Kadınlar; dul kadınlar, evde kalmış kadınlar, aldatan kadınlar, çocukluklarına dönen kadınlar, mutfak kokan kadınlar, hayatı gözüne almış hayatın kendisi kadınlar yaşıyor sayfa sayfa. Kimi pencere kenarında, kimi mutfakta, kimi eski bir konakta, balkonda, deniz kenarında… En çok kadınlar var burada.
Öykünün dünyasına dâhil edilmiş kahramanların sakinliğine, olaylar karşısındaki tavırlarına hayran kaldım. Bacağındaki sancıya razı olan ihtiyarın, evi yıkılan kadının, karısının aldattığı adamın, ölümle tanışan çocuğun, gece yarısı camı kırılan karı kocanın metanetine…
Şiirler ikram ediliyor gözlerinizden ruhlarınıza şairlerce. Doğa alışılmışın dışındaki renklerle rengârenk, hep dipdiri. Annemin camın önüne dizdiği camgüzelleri, begonyalar da var burada. Bir de trenler var sesleriyle, ben hiç trene binmedim, bu sebeple gördüm sadece, önümden geçip gittiler.
“Her edebi eser yazıldığı dönemin izlerini taşır,” derim, edebiyatla yeni tanışan öğrencilerime. Öyle güzel izler buldum ki ben de buradan. Toplumumuza ait değerler kurmacanın sınırları içerisinden ne de güzel gülümsüyor bize: kamyonla topluca denize gitmeler, komşuluk, çat kapı akraba ziyaretleri, düğün hediyeleri, mahalle, mutfak, bir de utangaç aşklar… Bunlar vardı bir zamanlar değil mi? Her sözcük çağladı, çoğaldı içimde, benden de alarak yerleşti zihnimdeki yerine.
Bütün öykülerde anılarımdan izlere rastladım diyebilirim. Bazılarında daha fazla yer buldum kendime.
“Bir Eski Sokak Sesi” adlı öyküde, zamanın içinde eskiyi arayan kahramanın hesapta olmayan bir anısı canlanıyor zihninde. Komşunun damına sarkan incir ağacının dalındaki incirin tadı geldi damağıma, kahramanın damdaki bacadan attığı iki karanfil, alev oldu düştü çocukluğumdan önüme. Ölümün rengi sarı, alevlerin rengi sarı bende de… “Siz ölümün rengini bir delikten gördünüz mü?” (s.10)
“Sessizliğin ağladığı bir oda… Dışarıda ışıklı, renkli bir hayat var; içeride, sessizliğe boynunu bükmüş bir hasta kadın… O ne güzel kadındı… Yastığına dağılmış buğday renkli saçlarında, hayatın ışıkları kıvrım kıvrım dolaşırken üzerine ölümün kanatları eğilmişti.” (s.10)
“Yalnızlık” öyküsünde sabah ezanının diğer ezanlardan farkının anlatımı çok etkileyici.“Bütün sabahlar temiz doğuyor da sonradan kirleniyor galiba. Şimdi ruhları yıkayan bu ses, her şey yeni uyanmaya başlarken etkiliydi. Vıcık vıcık bir öğle sonrasında, minaredeki adam, yalnızlığını haykıracaktı ortalığa.” (s.47)
Ezandan etkilenen kahraman sabah namazını kılmak için tamamlıyor hazırlıklarını ama kaç rekât olduğunu hatırlayamıyor bir türlü. Satırlardan fısıldadım sürekli ona: “Dört rekât, dört rekât…” Yalnızlık terlik ve ayakkabıyla anlatılmış, tek kalışıyla ya da sahibinin ayaklarını arayışıyla. Ben aramasam da buluyor beni anılar. Burada da kızımın askere giden babasının terliklerini kucaklayıp kanepeye oturuşu geldi aklıma. “Anne kokkuu!”
“Şiirin bırakılmaktan doğan yalnızlığını hiç aklına getirmeden çayını içti.”(s.48)
Çay her derde deva galiba… Kahramanın yazdığı şiir çöp kutusunda…
“Çılgın gecelerden birinde İstanbul’un
Duman duman ağladım yalnızlığıma
Ellerim eridi gözyaşlarımla”
“Bezgin” beni en çok etkileyen öykü oldu. “Karışmayın o adamın özgür ölümüne!” Ölüm nasıl olursa olsun hüzün bende. Her gördüğüm ihtiyar, kadın değil adam, yüreğimi burkar. Çok yaşamadı benim etrafımdaki insanlar, ihtiyar olamadılar. Gördüğüm en yaşlı adam babam, ondan belki de.
İhtiyar bir adamın ayağını peşinden, hayatı günlerinden sürüyüşü anlatılıyor öyküde. Dilimden aksadım ben de okurken bir de yüreğimden.
“Rahat ölebileceğim bir yer yok mu burada?” (s.64) Ölümü bekliyor ihtiyar, o da bekleyince gelmez ki.
Ayaküstü içilen gazozun tadı geliyor damağıma. Boynu bükük içilen sigaranın dumanı burnuma, köfteciye vermek için ihtiyarın cebinden çıkardığı paranın şıngırtısı yüreğime savruluyor.
“Kurtulmak istemez miydin baba?” (s.65) Ezmecinin sorusu bana bile umut veriyor, yoksulluğu soruyormuş oysa. Ben aksayan ayağındaydım, akan yarasında, sancılı ağrısında en çok da yalnızlığında.
Alıp yalnızlığını yine yalnızlığa gidiyor ihtiyar, kalan zamanını ağrıyan sağ bacağına takıp da.
“Kırılan Camlar” öyküsünde akşam vakti kırılan bir camla dönüyor kahraman geçmişe. “Ne yaptın Hilmi!”(s. 69) Geçmişe dönen bir tek ben değilim demek ki. Öğretmen ne kadar da önemli bireylerin hayatında… Öğretmeninin camını kırmış o da gençlik yıllarında. Tepkiler hareketsiz bir de sessiz, şaşkınım buradaki kahramanların tavırlarına. Usulca, gürültüsüz, acele etmeden… Ne kadar da sakin karı koca kırılan camın kırıkları arasında, hayran kalıyorum onlara. Nazarım değdi galiba cama vurulan sesle sıçradı ikisi de yerinden. “Sebebi bilinmez ama insan sessizliğe alıştığı ya da rahatsız edilmek istemediği anlarda, hep ikinci vuruluşu çalınışı bekler. İkinci vuruluşu cam kırılma olayına bağlı olarak korkuyla beklediler.” (s.70)
Yalnızlık ve şiiriyle arkadaş bir adam “Baba” dedi ona. Tabi elinde de sigara. Satırları tırmalayan kediye taş atarken o da gelmiş cama. Önemi olmadı o an ne kırılan camın ne yaşanan korkuların. O hiç baba olamamıştı hayatta. “Baba” Bazen bir söz bütün özlemleri alır kucağına, bütün borçları da siler hayattan.
“Doludizgin” ne de mutlu başladı öykü, çok istediği arabasının olmamasını ıslığıyla teselli eden bir adam, hayatı uduyla şenlendiren Belkıs… Çocukları yoktu ama mutluydular, hastalık kapıyı çalana kadar. Oysa “Hastalıkta ve sağlıkta…” demişlerdi imza karşılığında. Belkıs unuttu bunu. “Belkıs, Belkıs’tı işte; içmeden şarkı söylemeden duramazdı. Bir yanda kocası için üzülürken bir yandan da sevdalanıverdi birine.” (s.86)
Verdiği sözü unuttu Belkıs. Giden hep pişmandır, geri döndü o da evine. Yine annemin sözü geldi dilime: “Kaçan kız yedinci adımda pişman olur.” Adam iyileşip hastaneden çıkar. Kayınvalidesi Belkıs’ın hatasının bedeli olarak araba alır adama. Belkıs kolunda, mutlu ıslığı dudağında döner evine, hikâye de başladığı yere. Çocukları da oldu mu bilmem.
Mahalleli “Bu adam, bu Belkıs’ı nasıl kabul etti?”(s.88) diye fısıldaşır. Olsun dedikodu da onların işi.
“ Zaman, o kırbaçladığımız, iyi ki koşturuyor böyle. Acıyı toz duman içinde bırakıp gitmese güler miydik yeniden?” (s.88)
“Güz Esintileri” öyküsü Gülten’in kızarttığı balıkların kokusuyla karşıladı beni. Gülten zamane ev kızının sorumluluğunu başarıyla taşıyor omuzlarında. “Binnaz Hanım, evin hemen hemen bütün işini Gülten’ e yüklemişti. “Ne kadar çok iş görürse o kadar çabuk evlenir,” diyordu.” (s.104) Eline iş vermişler Gülten’in aklına düş, zamanın ev kızı tasviri…
Binnaz Hanım ve penceresi eski bir Türk filmi sahnesini hatırlatıyor bana. Yağmurun rengi yeşil, güvercinlerin lacivert bu öyküde. Sanat müziğinin sözleri duyuluyor satırlardan. Kadir Bey’in Gülten ile sesi çıkmayan aşkının kokusu sözcük sözcük yayılıyor ama yırtılan mektupla kopuyor hayattan; can bulamamış, doğmamış bir çocuk gibi.
Zaman eser güzü getirir de insan aynı mı kalır? Ak saçlarıyla kırmızı bir elmanın yanı başında kesişir Gülten ile Kadir’in yolları, birleştiği yerden de ayrılır.
“Yokuş Aşağı” öyküsü değişik milletlerden kadınları bir araya getiriyor kalabalık bir kadroyla. Aynı mekânları paylaşan bu kadınlar, aynı paragrafa sığışıyor zaman zaman. Kocasız kadınlar, kocalı kadınlar, kocası hasta kadınlar, yeni kocaya varanlar ama en çok da yalnız kadınlar. “Pencereden bir dost gülüş kapıya yaklaşan bir ayak sesi aradı.”(s. 113)
Büyüleri, dertleri, ölünce kıymete binen kocaları, gelinleri, dedikoduları ile bir mahallenin sıradan hayatı anlatılıyor kadınların gözünden. “Kızken Ortaköy’deki evin merdivenlerinde ikide bir darı, iğneli soğanlar ve sabunlar bulurdum. Nazar boncuklarım çatır çatır çatlardı göğsümde.”(s.113)
Hayata karşı tavırlarındaki farklılıklar ne de güzel anlatılmış şu satırlarda: “Rumlar kapılarını korktukları bir şeye kapattıklarında, yüreklerini rahatlatacak umutları bulmakta zorluk çekmezler. Çünkü sımsıkı kenetlidirler birbirlerine. Eleni’nin en sıkıntılı günlerinde bile konuklarına kristal tabaklar içinde sunabileceği portakal, incir reçellemeleri vardı. Katina’nın kocası işportacıydı ama yazlığa gidebiliyorlardı. Yuvanna’nın kocası badanacıydı, Pazar günlerinde bonfile, tavuk yemeleri adettendi. Oysa Kısmet Hanım her gün pahalılıktan sızlanıp yakınıyor, güneşin yüzünü parklarda görebiliyordu.”(s.117)
Hep derim: “Yaşamak para işi değil zevk işi.”
“Bölüşmek” Üstünde bir güllü lokum altına naneli şekerle doldurulmuş bir külahtan yayılan çocukluğumun tadıyla başladı öykü. Anıların yapıların sırtındaki yükü, bunu gören insanların gözü, zamana dirense de insan hırsına direnemeyen yapıların zorunlu dönüşümü anlatılmakta.
Zamanı, yıkık dökük evi sonra da çaresizliği paylaşan kadınlar çıkıyor karşımıza. “Çıplak ve ürkek ev, eskimişliğini kapatmak istercesine sığınacak bir yer arıyordu.”(s.142) Zamana sığınıyordu her şey aslında ama zaman eskitmiyor hiçbir şeyi, ucundan tutup sürüklüyor kendisiyle birlikte. Giden gidiyor peşinden direnen ise yıkılmaya mahkûmdu.
Bir yapı barınak olmaktan çıkar bazen, geçen günleri içinde satır satır barındıran kitap olur. Ölmüş bir adamın eli, kokusu olur. Duvarları ile bütünleşen insanlar, her taşının toprağının dilini çözer, okur onu her sesinden. “Evin içinde bugün garip çıtırtılar vardı. Naime Hanım, iyi tanırdı evinin sesini. Bütün gıcırtılar ve çatırtılar evin derdiydi sancısıydı.”(S.145)
Eski evini almak isteyen müteahhit Osman Efendi’ye direnmişti Naime Hanım ama evi kendisi kadar inatçı değildi. “Perşembenin geleceği çarşambadan belliydi Kevser. O kâfir Osman bile bile yıktı evimi. Neyse canınız kurtuldu ya şükürler olsun.” (s.152)
Yıkılan yapının altında, ezilmeyen gücünü kaybetmeyen birlik olup birbirine güç olan sonra bu gücü paylaşan kadınlar… “Üzülme, ben neredeysem sen de oradasın. Yıllardır her şeyimizi bölüştük. Acıyı, sevinci, her şeyi…”(s.153)
Küçükken eve gelen misafirlerin arkasından “Ben de gideceğim,” diye ağlardım. Annem kızardı bana, sürekli tembihlerdi bu hususta ama ben uslanmazdım. Uslanmamışım hala. Annem yok yanımda şimdi, kitabı bitirdim ya, geri döndüm başa. Arkalarından gittim ben de elimde kalemimle.
Yolculuğumda duraklarım bu öyküler oldu, kalemim bunlara döndü. İstanbul’u dinledim çocukluğumdan. Önce annem oldum yine sonra İstanbul. Yazar ile ders kitaplarındaki öykülerinden tanışıklığım vardı, eserlerini sular seller gibi ezberledik öğrencilerimle, yazılı kâğıtlarımda yer verdim hikâye konusu gereğince ama kitabını ilk defa okudum. Biraz geç oldu diye düşünecektim ki babam dikildi karşıma “Hiçbir şey için geç değildir,” dedik ikimiz birden. Zamanı bugünmüş diyelim o zaman.
Geçmiş gelmez bugüne, yaşandı ve bitti biliyorum. Bunları yazılarda yaşatmak ne güzel, okuyarak yaşamak…
Sevinç ÇOKUM, Bir Eski Sokak Sesi, Kapı Yayınları, Şubat 2014,