Gür bir şekilde fısıldıyor sözcükler yüreğime.
Kuşlar, Pıtraklar ve Tıraş Sandığı, Zübeyde ANDIÇ’ın ilk kitabı. Şubat 2023’te Hece Yayınlarından çıkan eser, on altı öyküden oluşuyor. Kapağındaki ebru çalışması, içindeki öykülerin bizi karıştıracağının, zaman zaman içine çekeceğinin işareti sanırım. Rengârenk sözcükler, öykülerde karıştırılıp ebruli cümlelerle gözler önüne seriliyor. Editörlüğünü Ali KARAÇALI’nın yaptığı eserin arka kapağında ayrıca şair-yazar Arif Ay ile birlikte değerlendirme yazısı bulunmakta.
“ateşten mi geçiyorum
ateşi mi gezdiriyorum yollarda
dağılmış kanatlar gibiyim
rüzgârını bekleyen anlar
kuşlar uçar uçar da anlamına”
Anadolu’nun bilmediğimiz yerlerinde gezdiriyor ya da bildiğimiz ama bilemediğimiz kuytularında. Daha önce adını duymadığımız çiçekleri koklatıyor ya da adını duysak da kokusunu bilsek de farklı kokularıyla tanıştırıyor bizi. Görmeden geçtiğimiz, görüp de dikkat etmediğimiz, dikkat etsek de içine giremediğimiz olaylar, kahramanlar hassas sözcüklerle dikkatlere sunulmuş. Okur, okurken örselemekten korkuyor onları. Kuşlar kanat çırpıyor üstümüze, hep bir türkünün tınısı eşlik ediyor. Türküler, hesap soruyor kaderden. Harfleri çalınmış türküler…
“Zngnmz bdl vrr skrmz fkrdndr, skrmz fkrmz.” (s.23)
Kurmacanın sınırları içindeki gerçek, derin bir dil ile hudutlarının dışına çıkarılmış. Kurmacada yüzleşiyoruz gerçeklerimizle.
Eserde mevsim hep sonbahar, aylardan hep eylül, kuşlar… İlle de güvecinler kanat çırpıyor satırlara. Kahramanlardan baba… Bildiğimiz babalardan değil, paragraflar arasında boynunu bükmüş kahraman bir baba. Babanın içindeki babayı ortaya çıkarmış yazar. Aralardan baş kaldıran can alıcı vurgular, okuru geri döndürüp kendisini bir kez daha okutuyor. Okunduğu sürenin küpü kadar düşündürüyor. Parçalara bölüp bölüp karekökün dışına atıyor okuru. Düşüncenin on altı ile çarpımından oluşuyor eserin hacmi. Öyküler muntazam bir denklem ile kurulmuş, mükemmel bir dil ile anlatılmış.
Eser, bizi bir yolculuğa çıkarıp hiç anlamadan başladığımız yere geri bırakıveriyor.
Büyümeyen çocuklar… Gönlü doğrulmayan beli dimdik analar… İlle de babalar… Ötekileştirilenler… Görmezden gelinenler… Ruhları unutulmuş, ruhlarını unutan bedenler… Elinin izini, işini imzası yapan kahramanlar… Anasının alnından yazısını söküp alan genç kızlar… O kadar bizden, o kadar hayatın içinden. Zamanın içinden geçerken kaçırdığımız, gözümüzden sakındığımız, kalabalığın içinden ayrılıp içinde çoğalan sözcüklerle örülmüş gölgesi bile giydirilmiş hikâyeler, uykuyu yarı yerinde bıraktırıyor bize.
Sözcükler evirilip başka bir anlam buluyor okurunun zihninde. Sakin bir dil. Sakin olmasına rağmen sarsıcı imgelerle kucaklıyor bizi.
Deyimler, atasözleri, türküler Yeşilırmak’ın içinden akıp gidiyor eser boyunca.
Siyah Gözlü Beyaz Güvercin, ötekileştirilen kahramanın ötekilerden farklılığına değil, farkına vurgu yapılmış öyküde. Dilinde sürekli bir soru kahramanın: “Siyah gözlü beyaz güvercinin var mı senin öretmenim?” Beton duvarlara çarpan top… “Tikk tikk tikk…” Kendimizi bu sesin ritmine kaptırmışken öykü boyunca yazarın söylemeye çalıştığı gerçek ortaya çıkıyor, top susuyor.
“Cevabını bekleyen başka sorular vardı artık onun dilinde. Rüyalarına giren güvercinler, başka sorularına cevap bulmak için uçuyordu şimdi gökyüzünde. Mahallede top oynayan çocuklardan duymuştu. Birden durdu. Annesini çekiştirip sordu:
“Tikk, tikk, tikk! O-tis-tik!”
“Otistik ne anne?” (s.12)
Siyah gözlü beyaz güvercinleri uçuruyor bu son.
Eylül Sancısı, eşini kaybeden kahramanın ona duyduğu özlem yanında salgın zamanlarında evlatları tarafından yalnız bırakılmasını anlatıyor.
Tutça Çiçeği, Muharrem’in hikâyesi ve ömrünün yareni annesi Fatma var bu öyküde. Kahramanımızı bir okur, kâğıt üzerinde kalem oynatan biri anlatıyor. Muharrem’in dilinde bir türkü… İri cüsseli Muharrem, bakışı çocuk… Elini kuşlara dokundurma çabasında Muharrem. Yaşı, geçen yıllardan bağımsız onun. Sokak ortasında arkasına topladığı çocukların imamı bazen de. Bir ananın sığınağı değil o, sınandığı en büyük imtihanı.
“Her ananın içinde gizliden gizliye yol bulup büyüyen umut, yaşlılıkta sığınacağı kapı olma umudu, Fatma Abla’da hiç olmamıştı.
Muharrem’i kucağına verdikleri an, bedeninde biriken su ve kandan kurtulmanın hafifliğini hissedemeden daha uyku ile uyanıklık arasında ömrünün geri kalanını Fatma Abla’nın kulağına fısılamışlar.
Sonrasında Muharrem, Fatma Abla’nın gönlünde Tekeli Yaylası’nın tutça çiçeği olmuş kalmış. Muharrem’i her kokladığında olgunlaşan yüreğinin diliyle ona daha sıkı sarılmıştı.”(s.27)
Ayva Kokusu ve Nakışlı Yün Çorap, öyküsü Arif Ay’a ithaf edilmiş. Çocukluğa dair ne varsa bu satırlarda. Oyunlar, hayaller, tasasız uyku… Gurbete okumaya giden kahramanın ninesinin bir sonbahar mevsiminin eylülünde, vaktin ikindisinde, kalbine saplanan bir ölüm sancısıyla ölümünün ardından, kendi gurbetine düşüşünü anlatıyor. Elinde nakışlı yün çorap, duvarlara sinmiş ayva kokusu…
“Sen yoksun, gurbetteyim yine. Göğsüme sığmıyor nefesim.” (s.31)
Sayfaları çevirdikçe taze biçilmiş nane kokuyor ellerimiz.
Kuşlar, Pıtraklar ve Tıraş Sandığı, kitaba adını veren öykü, yine bir eylül ayında bir türküyü uyandırıyor. Bir evladın, yaşlanan adımları toprağın altına yaklaşan babasının bakımını yaparkenki duyguları, zamanın içinde geri dönüşlerle anlatılıyor. Yenilendikçe zaman, bedeninin içinde eskiyen baba anlatılıyor. Satır araları, yüzünden beyaz sakalları sıyrılan babanın tenindeki tütün kolonyası kokuyor. Evladının elinde, gölgesi bile cana geliyor babanın. Okudukça sözcükler dilimize pıtraklar batırıyor. Kuşları uçuruyor üstümüzden. Sandık mı? Odanın köşesinde mahremiyetini yitirmiş sahibi gibi kilidi kırık oturuyor.
“Ömrünü sözlerine gizlediği bir türküdür babam.” (s.37)
“Kalbimin üstünde taşıdığım bir pıtrak izidir babam.” (s.37)
“Burnumun ucundan gitmeyen keskin bir tütün kolonyasıdır babam.” (s.38)
“Vişneçürüğü bir tıraş sandığıdır babam.” (s.38)
“Kanadı kırık, yaralı bir kuştur babam.” (s.39)
“Hikâyesini çok geç öğrendiğim bir türküdür babam.” (s.40)
En sonunda da yazar söyleyeceklerini bilindik bir türkünün sözleriyle sonlandırıyor. (s.37)
“Fırsat elde iken sarmadık yâri, beni öldürmeli dövmeli değil.” (s.40)
Ben Derdimi söyleyemem, hacı malzemeleri satan dükkânda çalışan, şehit olan abisi sebebiyle, teselli olur diye kütüphanede iş verilen kahramanın hikâyesi. Derdi karısı Şükran… Bakmayın söylemem dediğine, kahramandan çok Şükran gözler önünde. Dert de değil zaten Şükran, kızsa da ona, “Dilimden en iyi o anlar,” diyor kahramanımız. Dudaklarımızın kenarındaki incecik çizgileri belirginleştiren bir öykü. Abinin postalı eskimeden gelen acı haberi kahramanın dilini, bizim de dudaklarımızı büzse de yazar, bir türküyle bizi durumdan az hasarla kurtarıyor. Televizyondaki dizilerde, yarışmalarda, yemek programlarında dolanan Şükran… Şükran’ın yemek programlarında gördüğü tarifler için kocası dolana dolana malzeme toplarken zincir marketler de kurmacadan nasibini almış.
“Kocattı beni Şükran!
Ne kocasına göre bağlar başını ne harcına göre pişirir aşını. Şimdi de temizlik robotu alacakmış hepsi oradan. Hepsi oradaysa maaş da burada! Daraldım. Anlatamadım. Dilim tutuk. (s.63)
Fotoğraf, Yan yana durmakla aynı ortamda olmakla bir arada olamayan bir ailenin sözcüklerle fotoğrafı çekiliyor. Dışarıya gösterdiği yüzünü evden saklayan bir baba… Bir evladın dilinden dökülüyor baba. Babasını anlatarak annesini ortaya çıkarıyor. Siyah geniş hırkasının içinde kadınlığına bürünen anne, saklanmakta ısrarlı. Öykü boyunca sesi hiçbir yerden duyulmuyor.
Korkuların doğurduğu suskunlukları doğuran bu evde yaşananlar, sözcükleri kaybolmuş bir kitap gibi; yaşanmışlığınca hacimli, hayallerince boş. Yaman bir çelişki! (s.66)
Eserde bir şairin, bir yazarın etkisi vardır mutlaka. Akımların da akışına kapılmıştır belki. Benim diyebileceğim, kendi başına etkileyici bir eser. Yutkunulmuş düğümleri çözüyor, başımızın üstünden gümüşleyen telleri parlatıyor, yürekte eski bir çarpıntıyı başlatıyor, pembe renkli bir gülümseme yayıyor dudaklara öyküler. Sararmış güz yapraklarının arasında çevriliyor.
İnce dilli bir kalem, okuyanda on altı kalın çizgi bırakacak.