İstanbul sokakları… Alabildiğine tepe, alabildiğince boş ve yokluk… Anadolu’nun çeşitli yerlerinden gelip, taşı toprağı altın bu şehri parselleyip kendilerine izbe bir hayat kuran, yok olmamaya çalışan, yoklukla boğuşan insanlar… İstanbul sokaklarında yankılanan Anadolu’nun sesi… Anadolu’dan İstanbul’a gelerek yoğurt satarak geçimini idame etmeye çalışan insanların hikâyesi… Mücadelenin hikâyesi… Uzun bir sopanın iki ucundan sarkan çok da derin olmayan kenarları yeşil boyalı kaplarıyla bir yoğurtçu canlanıyor gözlerimde. Ben küçüktüm ya, uzaklardan bile kocaman görürdüm yaşlı amcayı. Taşıdığı yükün ağırlığından çok sırığın yaptığı baskı sebebiyle eğik boynunun üzerinde duran başındaki kasketini görürdüm hep, yüzünü göremezdim, hiç görmedim. “Yooo ğuuurt çuuu!” sesi geliyor kulaklarıma sözcüklerin birbirine çarpmasıyla. Yoğurtçu yürüdükçe iki yana sallanan kapların devrilerek her tarafa yoğurdun döküleceğini sanırdım çocuk aklımla. Yıllar öncesinin çoktan unuttuğum bir tablosu bu, anılarımın duvarında. Kitabın satırları arasından belli belirsiz görünüyor bu tablo. Kitaba baktığım zaman çok da öne çıkan bir konu göremiyorum. Kenar mahalle insanlarının yaşam mücadelesine ortak oluyoruz. İstanbul topraklarını parselleyip İstanbullu olan insanların gündelik hayatın seyrinde devam eden bir dünyası var eserin. Bir odayı toplamak, yemeği ocağa koymak, evden hazırlanıp çıkmak gibi. Panikletmeden okuyucuyu hırpalamadan çok da sürüklemeden satırlar arasında okuyucunun nefes alıp vermesini yani yaşamasını sağlıyor. Kitapta olayların akışı içinden sıyrılan kahramanların müstakil paragraflarda belirgin bir şekilde konuşturulması esere farklı bir özellik kazandırmakta. Kahramanların okuyucuya sorular sorması, onlara karşı çıkmaları hatta sorulan sorulara cevaplar vermeleri, okuyucuyu satır aralarına davet etmekte ona da kahramanlar ve olaylar üzerinde söz sahibi olma hakkı tanımaktadır. Her görüşten, her mezhepten, her memleketten insanları barındırıyor kitap içinde. Kavga yok, gürültü yok. Bu hususlar esere siyasi bir boyut kazandırmamakta. Aynı zamanda yıllar içerisindeki önemli olayların, çok derin işlenmese de, döneme şahit olmuş ya da olmamış okurlarına kısa bir tarih dersi verirken toplumun bu olaylar karşısındaki etkilenmelerine de dikkat çekmektedir. “1980 Darbesi, 99 Marmara Depremi, 11 Eylül İkiz Kulelerin yıkılması…” gibi. Kitap içinde okuyucu bir yer edinebiliyor kendisine benim edindiğim gibi. Kızıyorum Mevlüt’e liseyi bitiremediğine. Sonra babasına kızıyorum onu okumaya zorlamadı diye. Babam geliyor aklıma. Okumam konusundaki ısrarını takdir ediyorum bir kez daha. Babamın elini bulup öpesim geliyor paragraflardaki boşlukta. İlerleyen sayfalarda güğümün içindeki bozadan gelen rızıkla kızlarını okutmaya çalışan Mevlut’ün çırpınışları, geçmişten gelen tuzlu gözyaşlarımla dökülüyor önüme. Özür diliyorum yazardan, rolleri karıştırmışım. Mevlüt babam oluyor birden öpüyorum ellerinden. Sonra yoğurtçuluğun yanı sıra geceleri boza da satan kahraman, bir gece yarısı merdivenlerde buluşturuyor babamla beni. Uzaklardan duyduğumuz sesi takip edebilmek için bozacıyı merdivenlerde beklerken küçük bir kız çocuğu cıvıltısı ile babama verdiğim minik konser dökülüyor merdivenlerden aşağı, sokağa, karanlığa… Kitabın içinde eriyor anılarım, kitapta doğuyor geçmişim. Sonra devam ediyorum yolculuğa. Sırığın görünmez bir kolunda da ben asılıyım sanki. Feriköy mezarlığına girip ayakta biraz durup yokuş aşağı giderken birden geri sarıyorum kelimeleri. Durduruyorum Mevlüt’ü. Durduğu yer hayretler içerisinde bırakıyor beni. Yıllar önce ilk çocuklarını kaybeden annemle babamın toprak olmuş canlarını mezarlıkta ararkenki halleri… İniyorum sırığın kolundan yavaşça. Bebek mezarını geride bırakan Mevlut’ün gerisinde kaldım. Geçmişe takıldım. Tadını bilmediğim bilsem de hatırlamadığım kekremsi bir tat var damağımda kitap boyunca. Bir de sırığın acısı, güğümlerin ağırlığı…
Anadolu’nun çeşitli yerlerinden gelerek taşı toprağı altın bu memlekette bir yer çevirip içine iki göz oda yapıp sığındıklarına şahit olurken aynı zamanda da imar işlerinde yarattıkları sıkıntı gerçekleriyle karşılaşıyorum. Kahramanımız Mevlüt’ün iki göz gecekondusunu kat karşılığı verirken ” Oh! Nihayet rahata erecek! ” diye düşündüğüm anda, yıllar önce İstanbul’da arsamıza yerleşen gecekondu sakinlerine düşen pay sebebiyle çıkan huzursuzluklar aklıma geliyor. ‘”Ah!” diyorum onlar da birer Mevlüt’tü.
Kitapta hiçbir duygu yoğun olarak işlenmiyor. Sevdiği kız yerine oyuna getirilerek ablasını kaçıran Mevlüt, “Hayırlısı” deyip mutlu olmanın bir yolunu bulup devam ediyor bahtına çıkan hayat arkadaşıyla yaşamaya. İki kızı kaygısızca, habersizce, güzel güzel büyüyor. Mevlüt Samiha’yı sevdiği halde, Samiha diye Rayiha’yı kendisine kaçırtan amcasının oğlunun Samiha’ya talip olması kavga çıkartmıyor aralarında. Sonra Samiha’yı çok sevdiği çocukluk arkadaşı Ferhat’ın kaçırması da gürültüye vesile olmuyor. Nasıl yaşarsa yaşasın ne kazanırsa kazansın, hangi işi yaparsa yapsın akşam olunca köpek korkusuna, hırsız kaygısına rağmen hayalleri ile buluştuğu, özgürlüğünü iliklerine kadar hissettiği bozacılık aşkı titretiyor bedenimi. Hayallerinin ağası Mevlüt, bir de mutlu. Aklıma kalemimle defterim geliyor.
Eserde şahıs kadrosunu oluşturan kahramanlar üstlerine giydirilmiş çeşitli kıyafetler ile karşımıza çıkıyor. Mevlüt iyi, hoşgörülü kaderci, çalışkan insan tipini yansıtıyor. Rayiha mutluluğu temsil ediyor, Samiha aşkı. Süleyman çıkarları uğruna hareket eden, insanları iyi niyetinden yakalayıp yüzüne gülerken arkadan iş çeviren biri olarak karşımıza çıkmakta… Hani hep öylesine ” İstersek Allah verir.” deriz ya. Mevlüt, Samiha sanıp Rayiha’ya mektup yazıp onu kaçırıyor ya. Zaman içerisinde Rayiha ölür genç yaşta. Samiha’yı kaçıran Mevlüt’ün en yakın arkadaşı Ferhat da ölür. Samiha Mevlüt’e kalır. Bir bakışına âşık olduğu, üç yıl gözlerine mektup yazdığı Samiha eninde sonunda Mevlüt’ e yâr olur. Ama kitap Mevlüt’ün Rayiha’ ya çarpmaya alışmış yüreğinin sesiyle biter. Yani kaderimizle mutlu olmamız galiba daha kolay. Kitabı kapatırken sırığın ucuna takılan hayatı sırtında taşıyan Mevlüt’ü uğurluyorum satır aralarından Bir ucunda Rayiha bir ucunda Samiha… Mutluluğu bir ucunda, aşkı diğer ucunda taşıyarak uzaklaşıyor sözcüklere çarpmadan. Boooo Zaaaa…
İnternet sitemizden en verimli şekilde faydalanabilmeniz ve kullanıcı deneyiminizi geliştirebilmek için Cookie kullanıyoruz. Cookie kullanılmasını tercih etmezseniz tarayıcınızın ayarlarından Cookie’leri silebilir ya da engelleyebilirsiniz. Gizlilik politikamızı okumak için buraya tıklayabilirsiniz.
Ne güzel anlatım…Çok beğendim, harika…