Bir şey daha öğrendim kendi hakkımda: Ben bir yılanı bile hayatımdan çıkaramamışım.
Yaylalarımız güzeldir bizim. Heybetli Amanos Dağları’nın arasında cennetten bir köşedir. Pamuk şekerini andıran bulutlar, çekip de alınıverecekmiş gibi yakındır yeryüzüne. Gökyüzü dağların başında şapka misali salınır da salınır. Tırmandıkça çıktıkça dağlardan yukarı, gökyüzüne ulaşmış özgürlüğüne kapılıverir insan. Yılan gibi kıvrılan yollar; yollar arasında ağaçların içinde tek tük görünen tahtadan, tenekeden, küçük, şirin, en önemlisi de serin evler. Sıcaktır, hem de çok sıcaktır bizim memleketimiz. İnsanlar sıcaktan bunalıp da canlarına tak edince; “Yandı Çukurova! ” diye bir nara atarlar ki, ateşleri yakar ortalığı. İşte bu sıcak günlerde insanlar sıcaktan kaçmak için Amanos Dağları’nda ağaçların arasına saklanmış küçük, tahtadan, tenekeden evler yapıp çam ağaçlarının serinliğine kendilerini bırakırlardı.
On bir on iki yaşlarımdaydım. Her yaz olduğu gibi memleketimize gitmiştik. Severdim yılın bu zamanlarını. Bir yılın özlemini eritip buharlaştırırdık sıcağın arasında. Yine sıcak yaz günleri. Gecesi ayrı, gündüzü ayrı yakıyor. Nem ve sıcağın bunalttığı insanlarda bir rehavet, bir bıkkınlık… Dayım o sıralar yaylada ailesi ile birlikte, çam ağaçlarının arasında tahtadan iki katlı bir evde geçici olarak konaklamakta. İnsanın ciğerlerine dolan mis gibi çam havasını bugün bile hissederim soluğumda. Tahta ev çok şirin. Gıcırdayan tahtalar bizi korkutuyor en başta, çocuğuz ya. Koşarken oynarken sarsılıyor ev, tedirgin oluyoruz. Ama eğlencesini de yakalamışken yaşıyoruz doyasıya, çocuk olmanın özgürlüğünün ardında. Bir yukarı, bir aşağı… Gülüşlerimiz çınlıyor kulağımda.
Bereketlidir memleketimin toprakları. Dağından taşından rızık fışkırır. Kimi mis kokulu, kimi rengârenk çiçekler; dipdiri yemyeşil otlar, yaban meyveleri… Allah’ın kulları için yarattığı mucizelerle doludur bu topraklar. İşte o mucizelerden kızılcık meyvesinin tam zamanıydı. Toplandık hep birlikte kızılcık toplamaya gidiyoruz. O zamanlar şimdiki gibi dışarıdan uyaranlar olmadığından her türlü etkinlik heyecan verici. Büyüklerin yaptığı işlere dâhil olmak çok önemli. Çocukluğumuzu büyüttük bir hevesle hayallerimizin kucağında, sanki hiç büyümeyecekmişiz gibi. Annem, anneannem, iki kız kardeşim, dayım, yengem, kızları, başka bir dayımın oğlu ve ben. Önce en verimlisinden bir kızılcık ağacı bulduk. Memleketimde buna kiraz derler, kiraza da vişne. Vişneye ne dediklerini bilmiyorum. Dayım ağaca çıktı, başladı dalları çırpmaya. . Hepimiz etrafını sardık ağacın, bir öbek bulup geçtik başına. Arada bir yiyenlerin ekşi, tatlı gibi yorumları çalınıyor kulağıma. Dayım yetişemiyor çırpmaya, karınca sürüsü gibiyiz ya hemen toplayıveriyoruz. Bir kenara çömeldim, etraf kızıl kızıl kızılcık. Dalgın ve ritmik hareketlerle onları eteğime topladım. Kim bilir neyin hayalini kuruyordum. Hep hayal kurar ya da plan yaparım zaten. Tam öğle sıcağı. Cırlavuklar (Ağustos böceği)ötüyor. Yayla da olsa öğle vakti sıcağı sıcak hani. Ufak ufak konuşmalar, arada gülüşmeler… Birkaç saniye içinde fark ettiğim, sonra ne olduğunu anlayamadığım bir hengâme. Yeşil krem renkli kareli bir yılan gülümseyerek önümden mi geçiyor, uzak mı, yakın mı o ayrımı şu anda yapamıyorum.”Anne yılan!”deyip ayağa kalkmamla yılanı kaybediyorum. Ortalıkta bir “Ağaca çıkıyor! “sözü patlıyor ama yılanı bir daha gören yok. Dayım can havliyle, biraz da korumacı içgüdüyle, ağaçtan atladı. Tişörtünü yırttı hatta. Koşar adım ayrıldık oradan. Sanki başka yerde yılan yokmuş gibi. İşte bir yılanla tanışıklığım, muhabbetim bu kadar. Ama hep korktum sonra ondan. Ağaçlık yerlerden, dağdan, taştan hep korktum. Bir daha hiç görmedim ama beynimde, aklımda, hissimde hep karşılaşacağım korkusuyla yaşadım. Kendimi bu korkuya tutsak ettim. Oysa ne çok severdim memleketimi. Yaz tatilinin gelmesini iple çekerdim. “Dikkat edin yılan olur!” diye uyarırlardı bizi oynarken. Tanımadığı duyguya esir olmuyormuş insan. O günden sonra korkuma esir yaşadım memleketimin topraklarında. Kendi toprağımın esiriydim artık ruhumda. Taşıdım o tutsaklığı yaşadığım bütün topraklara. Bir gün bir yerde insan en çok neden korkarsa kabirde, ahirette onunla cezalandırılacak diye okudum. Daha da korktum. Yenmeye çalışsam da başaramadım. Başaramadıkça da korkum büyüdü büyüdü içimde.
Sonra korkularımla yüzleşmem gerektiğini anladım. Memleketim denilince aklıma ilk gelen şey olmaktan çıkarmalıydım onu. Ben de baharın, yazın tadını almalıydım. Ruhumda hapsedip özgürlüğümü elimden alan bu yılanı doğaya salmalıydım artık. Aldım elime kızılcık sopasını; “Yeşil ve krem rengi kareli olacak Tülay. ” dedim dünyalar tatlısı, Devrekli baston ustası hocamıza. Ömrümde bir kere gördüğüm, ömrüm boyunca korktuğum tek yılanı ölümsüzleştirecektim avuçlarımda. Kızılcık ağacına kazıdım onu ellerimle, korkularımı yok edercesine. Özgürüm artık kendi topraklarımda. O karşımdaki duvarda asılı, her anıma tanık olmakta. Bir bastona desen, bir hikâyeye kahraman yaptım onu. Özgür artık o da.