BEN BİR OKURDUR
I.
Kitapların kaburga kemiklerini kırıyordum. Tırnaklarımda mürekkep çürüyor, avuçlarımda kâğıt parçaları birikiyordu. Her kesik, bir çığlık doğuruyordu: Kafka’nın gece terleri, Dostoyevski’nin boğuk homurtuları… Dükkânım şehrin unutulmuş bir düşünce kırıntısıydı. Raflar soluk ışık altında homurdanıyor, ciltler birbirine sürtünerek matem yüklü deyişler mırıldanıyordu. Pencereden sızan toz, havada dans eden harflere dönüşüyor, sonra yere düşüp cansız alfabeler biriktiriyordu.
Yonttuğum her yazar, bir parçamı alıp götürüyordu. Woolf’un saçlarına dolandığımda, kendi saçlarım dökülüyordu. Camus’nün dudaklarını oydukça, dilimde taşlar büyüyordu. Satıyordum onları. Satılabilir şeylerdi artık: Yontulmuş melankoliler, cilalanmış çığlıklar. Müşteriler gelir, gözlerini sayfalara gömüp, “Ne kadar gerçek!” derler. Bilmiyorlardı: Yontmak, bir cesedi diriltmekti. Dirilenler ise, dimağımı kemirip duruyordu.
Geçimimi kitapları yontarak sağlıyordum. Her bir kitaba, yazarının yüzünü yontuyordum. Kendimce kurallarım vardı. Mesela yontacağım kitapta yazarının resmi olmamalıydı. Tuğla olarak anılan kitaplar kolaydı. Mesela her haziranın ikinci haftasında Ulysses’dan kafasını uzatan Joyce talepleri artardı. İnce kitaplarda ise incelikli bir çalışma gerekirdi. Bunun için de biraz kurnazlık yaparak yazarın bütün kitaplarını birbirine yapıştırır öyle çalışırdım. Her haziran sonunda da Sevim Burak talebi artsa ne güzel olurdu diye hayıflanırdım.
Bir akşamüstü, Behlül Sokağı’nın insanı tık nefes yapan yokuşunun bir kenarında, atölye olarak kullandığım evimin kapısı çatlatırcasına çalınmıştı. Kitapların omurgasını çatlatışım gibi biri de kapımdan öç alıyordu.
Kapıya yöneldiğimde, ben henüz elimi uzatmışken, kapı ziyaretçi tarafından açılmıştı. İçeri giren, gölgeden bir heykeldi sanki. Siyah pelerini altında bedeni yok gibiydi. Yalnızca aldığı derin solukların sesi duyuluyordu. Kendisini merakla seyrettiğimi fark eden ziyaretçi pelerininin altından bir kitap çıkarıp sanki içlerinden mürekkep akıyormuş gibi koyu renk damarları olan eliyle bana uzattı. Uzatılan kitaba baktım. Derisi dökülmüş, sayfaları iplerle birbirine tutturulmuştu.
“Bunu yont,” dedi ziyaretçi. Sesi, cam kırıklarını andırır gibi kırık dökük geliyordu. Kitabı elime aldım. Cildi, ölü deri gibiydi. Sayfalarını açtığımda, içinden çürümüş güller döküldü. Harfler, karıncalar gibi kaçıştı.
“Her sayfaya beni işle,” diye ekledi misafir. “Ama sakın yüzümü çizme. Yüzüm, kelimelerin arkasında kalsın.”
Sesinden ve tavrından efsunlanmış gibiydim.
Parmağıyla havada bir çizgi çekti. İz, mürekkeple doldu ve yere damladı. Damlalar, kurtçuklara dönüştü.
“Kimsiniz?” diye sordum.
Gülümsedi. Dişleri, sanki harflerden oyulmuştu.
II.
Kitap, bir kadavra gibi, tezgah olarak kullandığım rüstik masada yatıyordu. Sayfaları kaldırdıkça, içinden ölümün kokusu yükseliyordu. Mürekkep, karıncalar gibi kaçışıyor, cildin altında bir şey kıvranıyordu. Bıçağı sapladım. İlk kesikte, kitabın inlediğini duydum. Ses, benimle birlikte raflardaki tüm ciltleri titretti. Oğuz Atay’ın bıyıkları kıvrıldı, Woolf’un dalgaları dondu kaldı.
“Yontma,” dedi bir ses. Benim iç sesim gibiydi. Ama devam ettim. Bıçak, sayfaların derisini soyarken, altından kelimeler fışkırıyordu. Her biri canlı, her birinin sivri dişleri vardı. Parmak uçlarımı kemiriyorlardı.
Adamın saklı yüzünü arıyordum. Ama her kazıdığımda, kendi yüzüm çıkıyordu ortaya. Göz çukurları bir kütüphaneyi andırıyordu. Raflarında, okunmamış kitaplar vardı. Bazılarında yazar isimleri seçebiliyordum. Biri Orhan Duru’ydu, biri Ali Teoman. Sonra, benim günlüğüm. Sayfalarım karalanmış, cildim sökülmüştü.
III.
Kitabın bağırsaklarında bir labirentle alakalı notlar kazınmıştı:
“Kayıp Kitap, cam labirentte. Kelimeler, duvarlarda çırpınıyor. Yakala, tutamazsan… sen olursun onlar.”
“Labirentin ortasında bir ayna var. Ayna, seni yiyor.”
“Yontucu, yontulduğunda anlayacaksın.”
Ellerim kanıyordu. Mürekkep ve kan, aynı nehirde akıyordu. Bıçağı yeniden sapladım. Bu kez, kitap konuştu:
“Neden kaçıyorsun?”
Raflardan gülüşmeler yükseldi. Yonttuğum tüm yazarların canlandığını hissediyordum. Sevim Burak, pencerenin kenarında örümcek ağından bir perde örüyordu. Dostoyevski, duvardaki çatlaklara fısıldıyordu: “Suçlu musun?” Plath’in saçları, tavandan sarkan ipler gibi boynuma dolanıyordu.
“Siz…” diye fısıldadım.
“Biz sensin,” dediler hep bir ağızdan.
Tezgâhımdaki kitaba döndüm. Nefes almak gibi bir reflekse dönüşen yontma işlemine devam ettim. Her harf kazındıkça, benliğimden bir parça kopuyordu. Alnıma bir çizik attım: B. Sonra bir göz: OR. Dudaklar GES’e dönüştü. Borges, hemen yanımdaki berjerde kahkaha attı:
“Artık ikimiz de aynı labirentteyiz.”
Labirentin kapısı billur bir ağız gibi aralandı. İçeri adım attığımda, nefesim dondu. Duvarlar, camdan değil, donmuş cümlelerden örülüydü. Her birinde bir çığlık: “Kurtar bizi!”, “Yont bizi!”, “Yok et!”
Bir adam, önümde süzülüyordu. Bedeni, sayfalardan dokunmuştu. Sırtında, devasa yontulmamış bir kitap taşıyordu. Adımlarımı takip ettikçe, ayak izlerim mürekkep birikintilerine dönüşüyordu.
“Burası kayıp kelimelerin mezarlığı,” dedi adam. Sesi, eski bir gramofon gibi cızırdıyordu. Tavandan kelimeler yağıyordu. Yalnızlık omzuma çarptı. Korku, bileğimi ısırdı. Arzu, gözlerime sıçradı. Her biri canlı, her biri aç.
Adam kelimelerden birini havada yakaladı: “Ben.” Yuttu. Boğazından cam çatırtıları yükseldi. “Yakala,” dedi bana dönerek. “Yoksa onlar seni yakalar.”
Bir kelime düştü önüme: “Okur.”
Eğildim. Elime aldığım anda avucumda eridi. Yerine bir yara bıraktı. Kan değil, mürekkep akmaya başladı yaradan.
“Ne istiyorsun?” diye bağırdım.
Adam, sırtındaki kitabı gösterdi. Cildi insan derisi gibiydi. Sanki benim derimdi.
“Yontulmayı bekliyor,” dedi. “Tıpkı sen gibi.”
Labirentin ortasına vardığımızda, bir ayna gördüm. Ayna, cama değil, kelimelere bakıyordu. Yansımam yoktu. Yerinde, boş bir sayfa benim gibi titriyordu.
“İşte Kayıp Kitap,” dedi adam.
Uzandım. Dokunduğum anda, parmak uçlarım harflere dönüştü.
“Yont artık!” diye gürledi adam.
Bıçağı çıkardım. Aynaya sapladım. Çat!
Cam değil, kırılan benim sesimdi.
Labirent bir zelzeleyle sarsıldı. Duvarlarda öykülerin, romanların, şiirlerin yere devrildiklerini görüyordum. Kelimeler, özgür kalmış kurtlar gibi üzerime atladılar. Yalnızlık göğsüme tırmandı. Korku boğazımı sıktı. Arzu dilimi kesti.
Adam, sırtındaki kitabı fırlattı. Sayfaları açıldı. Bembeyazdı.
“Şimdi,” dedi, “yont kendini.”
Bıçağı göğsüme sapladım.
Göğsümden tazyikle harfler fışkırıyordu. Her biri, labirentin duvarlarına çarpıp fırlatılan kitabın içine düşüyorlardı. Adam, kitabı alıp göğsümde açtığım yaranın içine sokuşturdu.
“Artık tamamsın,” dedi.
Yere düştüm.
Labirent, üzerime kapanırken, son kelimeyi gördüm:
“Okur.”
Sonra, her şey beyaz…
IV.
Kendime geldiğimde dükkândaydım. Masada, beyaz ciltli bir kitap duruyordu. Adı: “Ben Bir Okurdur”.
Sayfalarını çevirdim. Bomboştu. Yalnızca son sayfada bir cümle:
“Okundum, artık yokum.”
Daha hayretimle barışmamışken kapının çaldığını fark ettim.
Gelen, benim boylarımda biriydi. Yüzü yontulmamış bir kitap gibi. Elleri mürekkeple boyalı, bıçak ve keski tutmaktan şişmiş.
“Yontabilir misin bunu?” dedi, elindeki kitabı uzatarak.
İfadesiz yüzümle kitabı elinden, bıçağı tezgâhtan aldım.
Sorgusuz sualsiz yontmaya başladığımda, aniden yere kapaklandım. Bıçak, kendi derime saplanırken, labirentin yeniden doğduğunu hissettim.
Bu kez duvarlar, benim cümlelerimden örülüydü. “Okur,” diye yazıyordu birinde. “Yazar,” diye karşılık veriyordu öteki. Tavandan, eski işlerimin yüzleri sarkıyordu. Canetti gülümsüyor, Oğuz Atay parmağıyla yokluğumu işaret ediyor, “Böyle tutunamazsın işte” deyip halime acıyordu.
Yonttuğum kitapta her bir satır, geçmişimin kanayan bir kopyası gibiydi.
“Okur, kitapları yontarak öldürdü.”
“Okur, kendini yontarak diriltti.”
“Okur, artık bir kitap.”
Labirentten dönmüş, dükkânın soğuk döşemelerinde yatıyor haldeydim yine.
Müşteri, üzerime doğru eğildi. Yüzündeki boşluğa baktım: Orada, kendi gözlerim vardı.
“Yont,” diye tekrarladı. “Yoksa ben yontarım.”
Bıçağı yeniden kavradım. Kendi kitabıma hızlıca bir kesik attım.
Kan değil, cümleler aktı. Her damla, yere düşüp yeni bir kitap doğurdu.
Müşteri, kitapları topladı. Tek tek iştahla yemeye başladı onları. Yedikçe yüzü belirginleşiyordu. Benim yüzümdü.
“Gördün mü?” dedi. “Yontmak, kendini çoğaltmaktır.”
Labirentin sesi yükseldi:
“Okur-yazar, yazar-okur, hepsi sen!”
Raflardaki kitaplar, benim adımı haykırıp tempo tutuyordu.
Artık dükkânımda sonsuz bir yansıma var. Her gelen müşteri, bir öncekinin kopyası gibi. İstedikleri yüzleri yontuyorum onlar için. Her birine kendimden bir harf ekliyorum. Bazen B, bazen U. Bazen de hiçlik.