Hem Hiç Hem Çok
“çarpıcı bir şey yazmak istiyorum, aklıma bir şey gelmiyor
ne zaman aklıma bir şey gelmese, içimden bir ses:
start tabancasıyla intihar eden adamı düşün”
Osman Konuk
Mutluluk yarının, bayramdan bayrama göz göze geldiklerinde zoraki bir tebessümle iki üç cümle kurduğu uzak akrabasıdır. Bu afili bir cümle değil, sabahleyin soğuk suyu yüzüne vurduktan sonra aynada yüzüne gerçeğin çarpmasıdır. Kendine geldiysen ne âlâ, gelmediysen hayatın yürek söken muammasında savrulmaya devam edeceksindir. Tabii ki mutluluk yarınlarda kardeşim, şöyle sağdan devam et.
Dünyada yaşadığını hissetmek istiyorsan o yaşlar gözden akmalı. Akmıyorsa bir sanal gerçeklik evreninde olmadığını kendine nasıl ispatlayabilirsin. Sal kardeşim, aksın ılık ılık. Karşındaki insan kaynakları temsilcisinin şaşkın bakışlarına karşı hıçkıra hıçkıra ağlayabilirsin.
– Ama Vâkıf Bey, niye bu kadar ağlıyorsunuz? Size başvurduğunuz pozisyona çok uygun olduğunuzu ve holdingimizin sizinle çalışmaktan memnun olacağını söyledim! Neden yani?! Hayret içindeyim!
– Başka uygun hiç kimse yok muydu, neden ben ha, neden?! Benden önceki çalışanınız zam mı istedi, çalışma koşullarından mı mustaripti, köleniz olmaktansa aç kalmayı mı yeğlemişti, ya da suyunu sıkıp posasını kapının dışındaki çöp konteynırına mı dökmüştünüz ha?!
Kapıyı çarpıp çıkabilirsin, bu da birçok şey gibi hakkın olabilir. Sokakta, o her şeyin mükemmel, şahane olduğu parlak tabelaların arasında hıçkırarak yürüyebilirsin. Kafelerin önünde, açlık sınırının altında maaş almasına ve yarınının ne olacağını bilmemesine rağmen tebessüm edip “buyurun içeride bir kahve içmek istemez misiniz?” diye davetlerde bulunan o garsonları gözyaşlarınla selamlayabilirsin. Ya da yurt parasını çıkarırım çabasıyla köşede Müslüm Gürses’in Nilüfer’ini kendi üslubunca çalıp para kazanmaya çalışan gitarlı gencin kutusuna birkaç damla bırakabilirsin. Bunlar da senin haklarından olmalı. Ya da kapıda karşılaştığın ev sahiben seni teskin etmeye çalışabilir.
– Vâkıf oğlum yine mi ağlıyorsun sen? Kirana bu yıl zam istemiyorum merak etme, hem senin gibi düzgün bir kiracıyı daha bulamam. Amerika’daki hayırsız evlatlarımdan daha evladım gibisin benim.
– Mariam teyze sen iyice bunamışsın, beni çıkarsan bu daireyi hemen yarın iki katına kiraya verebilirsin. Lütfen ilk fırsatta bana ihtarnamemi çek! İlk fırsatta, lütfen!
Eve girmekten vaz geçip kendini sahile doğru sürükleyebilirsin. Ağladıkça ağzından ve burnundan derin soluklar alabilir, yosun kokusunu ve kaldırım tozlarının tadını içine çektikçe biraz açılır gibi olabilirsin. Bilirsin, toz kalkmasın diye yolların ıslatılması gerekir, daha bir hevesle ağlayabilirsin sen de. Bu da bir çeşit amme hizmeti olabilir, neden olmasın. Çocukluğunun abilerinden, şimdinin çay ocağı sahibi Necdet abinin zorlamasıyla çınarın altındaki taburelerden birine oturtulabilirsin.
– Lan Vâkıf, bu ne hâl lan soytarı?! Gören de dertten geberiyorsun zanneder. Bi kendine çeki düzen ver, kaç zaman oldu senin şu yüzünü kuru görmeyeli. Hikâyelerdeki ağlayan palyaço gibi dolanıyorsun ortalıkta. Kafa dağıtmak istiyorsan gel beraber işletelim burayı. Kafası senden daha iyi çalışan başkasını bulamam zaten. Ha, ne diyorsun?
– Necdet abi büyüğümsün, kırmak istemiyorum seni ama ne işletmesinden bahsediyorsun? Elektrik faturanı çıkarabilmek için çayı yirmi lira yaptın, nasıl daha masraf kısarım derdiyle yanında kimseyi çalıştırmıyorsun zaten. Vergilerinden, kirandan, üniversiteye giden iki evladından bahsetmiyorum bile. İş dönsün diye sanki bir kurtarıcıymış gibi sarılmaya muhtaç bırakıldığın krediler birer piton gibi sarılmış, boğmaya hevesliler seni. Yine de yıkılmadım demek için gülümsüyorsun. Şu saçma ifadeyi yüzüme takmaktansa ben gözyaşlarımda boğulmaya razıyım.
Sözlerinin ardından boğaza karşı dalmış adamı, zaten günde bilmem kaç kez giriştiği iç hesaplaşmasıyla baş başa bırakıp evine doğru yol alabilirsin. Ama ev de kara değil midir zaten? Seni orada bekleyen ne ki? İçeri girip de kapıyı dünyaya karşı her kapatışında kaskatı kesilmiyor musun? Olduğun o yerde, o boşluğun ortasında kör olmak senin savunma mekanizman olabilseydi keşke. Hâlâ hiç kimse mutsuzluktan kendine düşen payın tamamını alamamıştır senin kadar. Peki ya öfke, peki ya kırgınlık, peki ya dargınlık? Ya bizim yalnızlığımız ne olacak diye sorduğunda sevdiğin kadına neler söylediğini hatırlıyor musun? Nasıl sormuştu sana?
– Her şeyde çok iyi olan, her işe, her duruma, her duyguya vâkıf olan ama bununla mutlu olmayı başaramayan, senden başka hiç kimse gelmiş olamaz dünyaya. Bunu nasıl başarıyorsun anlayamıyorum. Hüznüne değil, öfkene değil, inancına değil de bütün olarak sana deliler gibi aşığım. Beni seviyorsun, bunu da hissedebiliyorum. Ama yapayalnızız. Tüm dünyayı karşına almış gibisin. Tüm dünyayla mücadele edemezsin. Biraz da mutluluktan ağlasak olmaz mı?
– Her sabah çürümüşlüğün kokusuyla uyanıyorum ben. Her an vücudumun bir parçası çürüyüp kopuyor ve yere düşüyor, zamanla bakıyorum ki düştüğü yerden de kaybolup gitmiş. Sonra insanlar yanıma gelip, “merak etme, her şey düzelecek, o uzuvların var ya yeniden doğacak, yeşerecek” diyorlar bana. Ama hiç kimse bir sonraki parçamın çürüyüp kaybolmasına mani olmaya çalışmıyor. Buna ben de engel olamıyorum. Elimde sadece sarılabileceğim dürüstlüğüm kalıyor. Ben hâlâ gözyaşlarının dürüstlüğüne inanıyorum. Mutluymuşum gibi davranarak ağlarsam bu kez ben kendime ihanet etmiş olurum. Bırak da doyasıya ağlayayım. Hâlâ ağlayabiliyor olmak yaşadığının farkında olmaktır.
O kez bu kapıyı başkası çarpıyordu üzerine. Sen ise gözyaşlarınla baş başa kalıyordun yine. Tıpkı şu an ki gibi. Kalbindeki ateşi hiçbir damla söndüremiyor. Bunun farkında olmak ateşi daha da harlandırıyor olabilir. Her şeyin sıfırdan başlayacağı o güne uyanmak umuduyla başını yastığa koyuyorsun bu gece yine. Söylemesen de olur, gözyaşlarının yastığını ıslattığından elbette şüphemiz yok.
Güzel bir hikaye herşey den bir şey,yada hiç bir şey mi desek