“Döndüm: Yeni bir yangın kurarım diye
eski bir kıvılcımı tutup kökünden.
Döndüm ki, döndüğüm yerde değilim.”
Enis Batur
İnsan şeffaftır. Bakarsan görürsün. Bütün o “insan karmaşıktır”lı, süslü anlatılara inat hâlâ gözlerin kalbin aynası, yüzün düşüncenin aksi, sözün bilincin yankısı olduğuna inananlar olarak nefes almaya devam ediyoruz. En azından şimdilik.
İsmim Halim Duman. Cismen de -tahminen- on beş, yirmi dakika sonra halim duman olacak gibi görünüyor. Bunu karşımdaki gençlerin yüzünden okuyabiliyorum. Tabii bir de, en öndeki cüsseli gencin elinde tuttuğu, üzerinde “Metafor” yazan sopadan da çıkarabiliyorum.
Sizlere şu on beş, yirmi dakikalık süre içerisinde kısaca hikâyemi, şahsiyetimi anlatmak isterim. Öncelikle, “siz” gibi çoğulluğu kendinden menkul bir kelimeye “ler” çoğul ekini katmaktan kocaman bir haz aldığımı belirtmeliyim ya da bir kitabın birleşik sayfalarını bıçakla kesmeye, ayırmaya nasıl bayıldığımı. Bunun gibi daha birçok kelimeli, sayfalı, ciltli mevzulara nasıl kolayca tav olduğumu da anlatabilirim tabii. Ama süremiz kısa ve bunları elbette çabucak geçmeliyiz.
Takriben on beş yıl “Hiçbir Yer” isimli kültür, sanat ve edebiyat dergisini çıkarmakla iştigal ettim. On beş yıl, iki aylık da olsa bir dergi için hatırı sayılır bir süre zarfı. Başlarda hepsi benim gibi ellilerine merdiven dayamış arkadaşlarımla eğlenmek, biraz birlikte edebiyat merkezli vakit geçirmek için girişmiştik dergiciliğe. Gençlerin dergimizi, bilhassa ismini, seveceğini pek düşünmüyorduk. Zamanla “Yazın/Öykün/Şiirin nerede yayımlandı?” sorusuna “Hiçbir Yer’de” cevabını vermek yalnızca bir kelime oyunu değil, aynı zamanda bir saygınlık meselesi haline de gelmişti.
Yorulduğumu hissettiğimde elli beş yaşındaydım. “Dükkân bizim değil mi sonuçta? Kapatır gideriz.” diye düşünüyordum. Ama öyle olmadı. Dediğim gibi dergi bir itibar nesnesine dönüşmüştü. Bu yüzden söz sahibi hiç kimse kapatılması fikrini kabul etmiyordu. Birbirimize girmiştik. “Alt tarafı bir dergi bu, ben de yoruldum, kapatalım.” diyerek bir tek Arkeoloji ve Sanat Tarihi Profesörü Abide Hanım destek olmuştu bana.
Abide Hanımla pek yakın değildik aslında. Arkadaşın arkadaşı. Son beş yıl dergimize hafiye öyküleri yazdı. Kalemi kuvvetliydi de. Yalnızca kullandığı dilin çokça Osmanlıca kelime barındırması öykülerin okunmasını güçleştiriyordu. Yine de kendini belli eder bir okur kitlesi oluşturmuştu. Okurlarının büyük çoğunluğu, onu taparcasına seven öğrencileriydi.
Dergiyi kapatma fikrine en çok birlikte henüz üç sayı çıkardığımız, yeni açılmış bir vakıf üniversitesinin Yabancı Diller Yüksekokulu’nda Türkçe okutmanlığı yapan Tarık Nihat Tecimer bey karşı çıkmıştı. Okutmanlık yaptığı okuldan sağlayamadığı itibarı, ünü dergimiz sayesinde elde etmişti. Bu yüzden hem içten içe “sen kimsin!” diye kızarken hem de “ne yapsın onun da ün kapısı burası” diye düşünüyordum.
Dergiyi kapattım. Zira patron bendim. Hiçbir Yer dergisi hiç olmuştu artık. Kapattıktan birkaç ay sonra piyasa kitapları değil de sağlam metinler basan bir yayınevinin ısrarına, patronunun Demir gibi inadına dayanamayıp bütün sayıları bir araya getirerek, üç ciltten oluşan kitaplar halinde basılmasına müsaade ettim.
Artık emekliliğin tadını çıkarmak istiyordum. Çoğu insan gibi sıcak güney hayallerinin aksine hep buz gibi yaylalara çıkmayı düşünmüştüm. Çıktım da. Karadeniz’e gidip Pokut Yaylası’na yerleştim. Hayvancılık, temiz hava, sıcak insanlar filan iyi gelmişti bana.
Aylar sonra Tarık Nihat Tecimer’in “Hiçbir” isimli bir dergi çıkarmayı deneyip üçüncü sayısını göremediğini işittim. Daha sonra “Hiçbir Yerin Ortasında”, “Her Bir Yer” gibi başka taklit dergiler de çıkarmayı denemiş ama onlarda da başarılı olamamıştı. Taklitler asıllarını yaşatır mevzusu gerçekmiş meğer. Tarık Nihat Tecimer her dergi teşebbüsünde TNT olup patladıktan sonra İstanbul’dan telefonlar alırdım, “Seninki yine patladı, gel artık da dergini yeniden çıkar. Millet efsane görsün” diyorlardı.
Epeyi direndim. Ama serde onca yılın dergiciliği vardı. Bir de İstanbul’un edebiyat çevresini, sohbetlerini, sahaflarını filan özlemiştim. İstanbul’a döndüğümde elli yedi yaşında ama dinç bir haldeydim. Yaylanın havası, balı, yağı hem bedenimi hem de ruhumu canlandırmıştı. Taze fikirlerim vardı. İşimi biraz zorlaştırmak istiyordum. Öncelikle beş kişilik elli yaş üstü yönetim kadrosu kuracak, sonrasında sadece otuz yaş altı şair ve yazarların metinlerini yayımlayacaktım. Bunun benim dilimi de gençleştireceğini düşünüyordum.
Geri dönüşüm epeyi yankı uyandırmıştı. Hiçbir Yer’in on beş yıllık macerasında edebiyatta yer edinmiş onlarca şair ve yazar kendi dergilerinde, kitap eklerinde, köşelerinde dönüşümü Lazarus’un yeniden dirilişine benzeterek, mübalağalı cümlelerle duyuruyorlardı. Bir yandan da, içten içe dergimde yeniden yazmak istiyorlardı ve otuz yaş sınırından, açık açık söylemeseler de, rahatsız oluyorlardı. Bu sınır en çok benim işime yaramıştı. Reddedemeyeceğim orta yaşlı edebiyatçılara rahatça “maalesef” diyebiliyordum.
Ve gençler. Dergiyi kapatmadan önceki son beş altı yıl içerisinde gençlerle pek yakınlaşma fırsatım olmamıştı. Dediğim gibi orta yaş üstü kıramayacağım yazarlarla dolup taşıyordu dergi. Yeniden kollarımı sıvadığımda gençleri hiç tanımadığımı gördüm. Eskiden bir metin gönderildiğinde nezaket akardı rica mektuplarından. Şimdi gelen elektronik postalara bakıyorum da neredeyse gençler dövecek bizi. Ne kadar reddettiğimiz metinlerin kısaca neden reddedildiğini yazsam da geri dönüş yapan gençlerin birçoğu işi hakarete kadar vardırıyorlardı.
Şiddetimi meşru kılan kelimelerle
sarıldığım menhus uzamlardan geldim.
Uzuvlarım ter bağlamıştı yorgun enkazlarda.
Belimde gizlediğim webley;
paslı, çamurlu, hacizli…
Ve mutlak bir ihanetle sıvazlanmış kollarım.
Şiirde bir cinayetin hikâyesini anlatıyordu. Hoşuma gitmişti ama bunu bir öykü olarak okumak istiyordum. Çok ısrar ettim. Telefonunu istedim, görüştüm. Bir şiirçoksever olduğunu anlatıp duruyordu. Ama en sonunda ısrarlarıma dayanamayıp Bir Tarla Kadavra’yı polisiye bir öykü olarak yazdı. Üstelik şahsına münhasır bir Başkomser karakter bile yaratabilmişti. Öyküyü derginin bir sonraki sayısında yayımladım. Birçok polisiye yazarı tarafından övgüyle karşılandı. İşte yeni bir öykücü yakalamıştım.
Böyle böyle yeni öykücüler yakalamaya çalışırken bir yandan da dergide, şiir yazımının nasıl olması gerektiğine dair, şiirde dil yıkıcılığı ve yeni bir dil kurmak üzerine yazılar yayımlamaya devam ediyordum. Bilhassa genç şairlerden çok büyük tepkiler alıyordum. Vıcık vıcık aşk şiirlerini sanki birer Cemal Süreya şiiriymiş gibi takdim ediyorlardı. Bazen benim de ayarım kaçıyor ağzımı bozuyordum. En sonunda dayanamadım. Dergiye gönderilen bazı şiir ve nesirleri, “Bazı Metinlere Reddiye Sebepleri” isimli bir bölüm açıp dergide alenen eleştirmeye başlamıştım.
“Vay efendim, sen benim şiirimi nasıl böyle eleştirirsin”ciler galeyana gelmişlerdi. Tehdit mektupları, elektronik postaları gelmeye başlamıştı. Hatta bir ara emniyet tarafından güvenliğim için koruma polisleri de görevlendirildi. Ama bu kendini bilmez gençlerin bir şey yapacağı yok diye sonradan koruma polisi tekliflerini reddettim.
Derginin yeni sezonunda ancak beşinci sayısını da çıkardıktan sonra oh deyip rahat bir nefes alabilmiştik. Çaktığımız kıvılcım alev oldu demekti bu. Artık gelen öykü sayısı da neredeyse gelen şiir sayısıyla yarışacak miktardaydı.
Bir sabah, dergilerin eski sayılarını kitap olarak yayımlayan yayınevinin patronu Demir Doğru aradı. Madem artık yeniden İstanbulluymuşum bir sonraki hafta Üsküdar’da açılacak olan kitap fuarında imza günü ve sohbet programı yapmalıymışım. Hem zaten fuar Kuzguncuk’taki evime de yakınmış filan. Yine demir gibi inadıyla ısrarında diretince yalnızca imza günü olarak teklifini kabul ettim. Hemen o gün duyurulara girişmişti. Okurlarım pek alışık değildir. Üç öykü kitabım olmasına rağmen hiç imza günü yapmamıştım. Bir yandan oluşacak kalabalığı hayal ediyor, bir yandan da heyecanlanmamak için kendime telkinlerde bulunup teskin ediyordum.
Nihayet fuar günü gelip çatmıştı. Sabah kalbimin küt küt atışıyla, gece boyu dönüp durduğum yatağımdan kalktım. Elimi yüzümü yıkayıp çay koydum ocağa. Evimin önündeki küçük bahçemde mükellef kahvaltımı kurdum. Hava da güzeldi, güneşliydi.
Kahvaltımı yaparken Burak’ı gördüm. Sırtında çantasıyla yanımdan geçerken tebessümle selam verdi.
– Ooo, Burak bey nereye sabah sabah, gel beraber kahvaltı edelim, çay içelim.
– Sağ olun hocam, ben hallettim o işi. İstiklâl’de kitap mezatı var, oraya gidiyorum.
– Akşam fuara geleceksin değil mi? Yalnız bırakma şu garibi oralarda.
– Gelmez olur muyum hocam, kaçırır mıyım bu tarihi anı?!
İyi, Burak gelecek dedim kendi kendime. Gerçi, artık her biri birbirinden ünlü, eski dostlarım da gelecekti ama dergi kadrosunda gençleşme yanlısı bir harekete girişmişken yanımda genç bir öykücünün olması güzel olurdu.
İmza saati yaklaşırken Demir Doğru kapımı çaldı. Evime kadar gelmişti. İşini sağlama alan adamlardandı. Beraber yürüyerek Bağlarbaşı’ndaki fuar alanına gittik. Okur milletinin insanları kapıda karşıladı beni. Yayınevinin standına gidene kadar ayaküstü yaptığım muhabbetler heyecanımı dindirmişti.
Gayet kalabalık bir imza günü oldu. Etrafım ünlenmiş yazarlarla doluydu ve okur bu fırsatı kaçırmıyordu. Benden imza alanlar, etrafımdaki dergininin eski sayılarında metinleri yayımlanan yazarlardan, şairlerden de imza alıyorlardı.
Artık yeter deyip Demir Doğru’dan müsaade istedim. Çok memnun olduğu yüzünden okunuyordu. Stantta imzalamam için tek bir kitap bile kalmamıştı. Evime kadar eşlik etmek istedi kabul etmedim. Yavaş yavaş yürürüm deyip yola koyuldum.
Kitaplara uzak insanların, şairlerin bir çeşit ağlaklar topluluğu olduğunu düşündüğüne çok şahit olmuşumdur. Hâlbuki şair dediğin öfke doludur. Öfkesi, kalbinden eline kanı pompalar. Savaşa meylettirir. Ama yine de savaşının büyük çoğunluğu kâğıt üzerindedir. Eğer ortada kâğıt filan yoksa o el yumruk olarak sıkılmaya hazırdır.
Fuarın köşesini döndüğümde arkamdan biri, “Hey! Halim Duman!” diye seslendi. Dönüp baktım, tanıyamadım. Zihnimden geçen ilk şeyi dillendirdi sonra yine aynı ses, “Halini duman etmeye geldik!”
Biri elinde, üzerinde “Metafor” yazan bir sopa tutuyordu. Ötekinin iki elinde de muşta vardı. Bir diğerinde jop vardı. Yanlış görmediysem dördüncünün elinde ise sanayi tipi bir zımba vardı.
Üzerime doğru gelmeye başladıklarında ne yapacağımı hızla düşünmeye başladım. Kaçsam yetişirlerdi herhalde, gençtiler sonuçta. Etrafımda da pek sığınacak bir yer görünmüyordu. Yanımdaki arabanın altına yatmaya kalksam belki darbelerin birçoğu arabaya gelir de az bir hasarla bitiririm belki birazdan başlayacak seremoniyi diye düşünüyordum.
“N’oluyo la orda!” diye bir ses daha işittim. Baktım Burak’tı.
Siz şimdi bir önceki cümleden sonra Burak geldi kurtardı, adamlara kafa göz daldı, dağıttı diye düşünmüşsünüzdür belki de. Tabii tabii, kesin öyle. Bir dağılma olduğu aşikâr ama bu dağılma ikimizin de kemiklerinde meydana gelmişti.
Hem vuruyorlar, hem de vurdukça anlatıyordu köpekler. Facebook’ta Halim Duman’dan Nefret Edenler mi, ona benzer bir isimle mi ne bir grup kurmuş bunlar. İmza gününü duyunca da organize olmak istemişler. Grubun 115 üyesi olmasına rağmen dört kişi kabul etmiş haddimi bildirme mevzusunu. Demek ki diğer şairlerin önünde kâğıt varmış diye düşündüm. Belki de bu dördü öfkelerinden önlerindeki kâğıtlarını da yemişlerdi.
Elinde sopa tutan, “biraz daha metafor ister misin ha!” deyip deyip vuruyordu. Muştalı ise Burak’ın bir çenesine, bir böğrüne çalışıyordu. Joplu kafasına göre takılıyordu. Zımbalı manyak ise ayaklarıma zımba basıyordu ama hiçbir şey hissetmiyordum artık.
Sonra hayal meyal birkaç bağırış daha duydum. Sanırım birileri saldırıyı görmüştü uzaktan. Rezil fuar köpekleri onları fark edip tabanları yağladılar.
Size insan şeffaftır demiştim, bilmem hatırlar mısınız? Evet, insan şeffaftır; tıpkı bir cam, bir ayna gibi. Ve vücudumdaki her bir kemiğin bir cam gibi dağıldığını hissedebiliyordum.
Şimdi bütün bu anlattıklarımı zihnimden geçirirken Burak’la yan yana, bir hastane odasında, baştan aşağıya alçılanmış vaziyette yatıyoruz.
Son tahlilde size şunları söyleyebilirim; ne kadar yayla balı, yağı da yeseniz edebiyat sağlığa zararlıdır, kaçınınız. Eğer böyle bir şey mümkünse.