“Anlatmak, Delirmemek İçin Tek Çaremiz Gibi Görünüyor”
Burçe Bahadır ile ilk öykü kitabı Deliliğe Zarif Bir Giriş odağında yapmış olduğum söyleşi insanın kendisiyle mücadelesi, şehir hayatıyla mücadelesi, ilişkileriyle, hayalleriyle mücadelesi derken deliliğe nasıl zarif bir giriş içerisinde olduğumuz üzerine gerçekleşti. Tam olarak ne zaman deliririz, ne olursa sabrımız taşar ve daha da önemlisi delilik bize mahsus bir şey olabilirken delirmek hep başkalarına mahsus bir şey midir? İçerisindeki on iki öykü ile Deliliğe Zarif Bir Giriş odağında gerçekleştirdiğim söyleşide aynı zamanda hayat arşivimize önemli belgeseller de kazandıran Burçe Bahadır ile sadece öyküleri değil Modern Zamanlar, Bu Aslında Senin Hikayen, Ölmekten Yorulmuşuz, Ekran Beyaz Türkler Esmer, Refakatçi adında yapmış olduğu belgeselleri konuşmanın da mutluluğunu yaşıyorum. Bu çok kapsamlı söyleşimiz için buyurun lütfen.
Aynur Kulak: Türkiye’de değeri anlaşılamamış, tam olarak bilinmeyen belgesel yapımı üzerinde konuşmaya başlamak istiyorum sizinle. Bu kapsamda sizinle edebiyat ile olan bağınızı konuşmak da önemli olacak benim için çünkü; yapmış olduğunuz bu birbirinden kıymetli belgesellerinize baktığımda edebiyatla bağınızın ne zaman başladığını, nerelere gittiğini merak ettim açıkçası.
Burçe Bahadır: Yazıp çizmeye gönüllü herkes gibi edebiyatla ilişkim çocukluğumda başladı. Kitapları yutardım diyebilirim. Çok okudum ama yazmaya geç başladım. 1999’da TRT’nin açtığı sınava girdim. Önce İstanbul ardından Ankara Radyosu’nda Prodüktör olarak çalıştım. Radyo programları yapıyor, metinler yazıyordum. Öyküler hep aklımın bir köşesinde olmasına rağmen radyo bu duygumu tatmin ediyordu, harekete geçmiyordum. Bir süre sonra televizyonda çalışmaya başladım. 2013 yılında kadın cinayetleri ile ilgili bir belgesel çektim. Yayınlanmasında sıkıntılar oldu, elimde cinayetlerin nasıl kolayca işlendiğini, öncesinde ve sonrasında neler yaşandığını anlatan röportajlarla kalakalmıştım. Bunu bir şekilde aktaramazsam seslerini duyurma ümidiyle yaşadıklarını benimle paylaşan kadınlara ve yakınlarına ihanet edecekmişim gibi hissettim. Ayrıca cinayeti işleyen kadın katillerinin tavırlarını, söylediklerinin bir kısmını belgeselde veremezdim. Kamera arkasını da anlatmak istedim çünkü belgesel için görüşmek zorunda kaldığım her kademeden erkeğin söyledikleri toplumun iç sesini, bu cinayetlerin tohumunun nasıl atıldığını gayet iyi özetliyordu. Yazmaya karar verdim. İlk böyle başladı diyebilirim.
Aynur Kulak: Deliliğe Zarif Bir Giriş ilk öykü kitabınız. Sanırım kitaptaki on iki öykünün birçoğu ya da belki de hepsi daha önce çeşitli dergilerde yayımlandı. Bir öykü kitabı çıkarma fikri kafanızda hep var mıydı yoksa zamanla gelişti her şey, sonuç olarak da bir kitapta toplamak istedim mi dersiniz? Nasıl bir yolculuğun sonucu ortaya çıktı Deliliğe Zarif Bir Giriş.
Burçe Bahadır: Ölü Kadınlar Memleketi’nden sonra yazmak iyice aklıma yatmıştı. Ama nereden başlayacağımı pek bilemiyordum. Tesadüfen Cemil Kavukçu ve Fadime Uslu öykü atölyesinin haberini gördüm ve katılmaya karar verdim. Hep yazıp çizdiğim için, çok okuduğum için atölyeye ihtiyacım yok diye düşünürdüm ama verdiğim en iyi kararlardan biriymiş. Pek ayarım yoktur zaten, sonrasında da atölye müptelası oldum. İki yıldır Ethem Baran atölyesine devam ediyorum. Atölyeler sırasında tek hedefim önümüzdeki haftaya bir öykü yetiştirmek ya da elimdekini en az hatayla bitirebilmekti. Güvendiğim öyküleri dergilere gönderiyordum. Kiminden hiç cevap gelmiyordu, kimi aylarca bekletiyordu ya da hiç haber verilmeden epey zaman sonra yayınlanıyordu. Nihayet kitabın yayın aşamasında Notabene’den editör Sibel Öz ile tekrar üzerinden geçtik öykülerin.
Şimdi böyle bir paragrafta anlatınca kolay gelişmiş her şey gibi görünüyor ama zevkli olduğu kadar sıkıntılı da bir süreçti. Yazmak, beklemek, kendinden emin olamamak, bırakmak istemek, bırakamamak, yine kendinden emin olamamak, yine beklemek, sanki başkaları için her şey yolunda gidiyormuş da bir tek ben beceremiyormuşum gibi hissetmek… O yüzden şimdi bunu okuyanların başkası için ne kolaymış diye düşünüp yılgınlığa kapılmasını istemem. Şanslı bir azınlık dışında hemen hemen hepimiz aynı süreçlerden geçiyoruz sanırım.
Aynur Kulak: Deliliğe Zarif Bir Giriş’teki öykülerinize ilk önce genel, panoramik bir bakışla çok farklı sınıflardan, kesimlerden, sosyal yapılardan insanlara dair anlattığınız hikayeler boyunca insana dair farklı ruh durumlarını, hayallerini, arzularını, isteklerini de gözler önüne seriyorsunuz. Her bir öykünün olay örgüsü ve kendi içinde oluşturduğu dinamik yapısı bambaşka fakat insan fıtratı söz konusu olduğunda bir bütün çıkıyor ortaya sanki. Ne dersiniz?
Burçe Bahadır: Bütüncül yapısı olsun, şöyle bir tema üzerine yazayım diye başlamadım açıkçası. Beni etkileyen hikayelerdi bunlar. Yazmaya değer bulduğum, bitirmeye uğraştığım öyküler. Bir heves başlayıp sonunu getiremediğim ya da tam ortasında neden yazıyorum ki bunu diye düşünüp vazgeçtiklerim de var çünkü. İnsanların neyi neden yaptığı hep ilgimi çekmiştir. Ne zaman sinirlenecek ne zaman sabrı taşacak, tası tarağı toplayıp nereye kadar gidecek? Gündelik hayatta da öykü yazarken de en ilgilendiğim kısım bu. Bizim memleketin her dönemi ayrı sıkıntılıdır zaten ama sanırım benim de bunaldığım, delirmemek için kendimi zor tuttuğum, haliyle pamuk ipliğini elinde evirip çeviren insanlara yakın hissettiğim bir dönemdi. O yüzden öyküler böyle bir yol tutturdu kendine galiba.
Aynur Kulak: Işıklı Kulenin Dibi Kavun. Gecekondu olan evlerinin dibindeki ışıklı alışveriş merkezine güvenlik görevlisi olarak çalışmanın hayalini kuran bir genç mevzu bahis fakat biraz da henüz gençliğinin sınırında, hatta çocuk diyebiliriz Onur için. Onur gibi binlercesi var bu şehirde, onu çok iyi tanıyoruz aslında, ne dersiniz? Bir yandan öyküdeki umut, hayal çok güzel bir yandan şehir yaşamı, geçim derdi ışıklı plazalar, kuleler… Bu ilk öyküden sonra anlattığınız profiller adına da böyle bir öyküyle kitaba başlamanızı önemli buldum desem, ne söylemek istersiniz? İlk cümlesi masalsı bir aktarımla başlayan öyküde öykü ilerledikçe her şey o kadar gerçek bir zemine oturuyor ki; işte aslında kurulan hayaller var ama içinde yaşadığımız gerçek hayat tam da böyle bir yer.
Burçe Bahadır: Onur, bir çatının üstünde gökyüzüne yakın hayal kurarken bir anda -gerçek anlamıyla- topraktan ekmeğini çıkarmak derdine düşüyor. İçinde yaşadığımız düzen artık bunu hepimize yapıyor ama Onur ve Onur’un yaşadığı zorluklara mecbur kalanlar çok daha erken yakalanıyor bu çaresizliğe.
Arkadaşlarıyla oturup bir bira içmenin bile ayıp sayıldığı bir ülkede yaşıyor şimdi gençler. Ekonomiden şikâyet ettikleri anda ceplerindeki telefonun markası sorguya çekiliyor, bir fincan kahve bile lüks kabul ediliyor. Yurt dışını gezip görmeyi geçtik kendi şehirlerinde bile biraz eğlenmek için hesap kitap yapmak zorunda kalıyorlar. Bu çarkın içinde çoktan harap olmuş ana babalarını kurtarmak için hayal kuran ama gücü yetmeyen, gücünün asla da yetmeyeceğini anladığı için günden güne hayalleri kararan gençlerle doldu memleket. Onur da onlardan biri.
“Masalsı anlatımla başlayıp öykü ilerledikçe gerçek bir zemine oturuyor,” demişsiniz ya böyle tanımlamanıza çok sevindim. Yapmak istediğim tam da buydu çünkü. Gençken, her şeyin mümkün göründüğü bir evrende yaşar, dünyayı avucumuzun içinde zannederiz. Şimdinin gençlerinden bu tatlı yanılgı bile çalındı. İnsan hayatının en neşeli, en vurdumduymaz, en hayalperest döneminin bile tadı kaçtı.
Çocukken kurmaktan vazgeçtiğimiz hayaller, gençlikte ya da yaşlılıkta zurnanın zırt dediği yere getiriyor insanı. Evet, haklısınız, tam da bu yüzden ilk hikayedir Onur. Onur’dan sonraki öyküler, çocukluğunda yaralanmış yetişkinlere ait.
Aynur Kulak: Öyküler boyunca farklı karakter profillerini yaşadıkları sosyal yapı içerisinde sorunlarıyla ve umutlarla önümüze koyuyorsunuz. Göğsümde Bir Titreme öyküsündeki doktor; yalnızca TV’de gördüğü sorunlu bir coğrafyanın tam ortasında ne yapacağını bilemezken, Son Kale öyküsünde göçmenlik sorunu ve aşk birbirine harmanlanıyor; Prenses Diana’nın Ahı her türde şiddet konusuna bambaşka bir açı kazandırıyor. Olayları ve olaylarla birlikte tartıştığımız kavramları bambaşka bir açıyla göstermenizi konuşmak isterim; öykülerin bu ezber bozan taraflarını.
Burçe Bahadır: Göğsümde Bir Titreme, ailesinin varını yoğunu verip okuttuğu genç bir kadın doktoru anlatıyor. Mecburi hizmeti sırasında Kürt hasta bakıcının kendisine neden mesafeli durduğunu anlamıyor, ilgilenmiyor da zaten. Öyle bir gündemi olmamış hiçbir zaman. Hayatı buna izin vermemiş, kafasını ders kitaplarından kaldırmamış, hep kendini kurtarmak derdinde olmuş. O da orta sınıfın zincirleriyle hapsolmuş. Sonrasında, hiç de bilinçli değil, sırf alışkanlıktan kullandığı bir kelimenin neyi değiştirdiğini görüyor. Doğu ile batının birbirini görmekle ilgili bir sıkıntısı olduğunu düşünüyorum, öykünün dosyadaki ilk adı uzun süre “Görmek” idi zaten. Sorunu klişelerle tarif ediyor, hamasetle çözmeye çalışıyoruz. Çoğunlukla sorun olduğunu bile kabul etmemeye programlı büyüdük. Doğuda neler olduğunu görmedik, gözümüzü kaparsak bu sorunun bir parçası olmayacağımızı zannettik, bize dayatılanları gerçek kabul ettik, konuşmaktan bile korktuk, korkutulduk. Bu görmeme sorununu anlatmaya çalıştığım bir öykü idi.
Son Kale’de başka türlü bir mülteci hayal ettim. Arkadaş grubunun bir türlü elde edemediği biri, bir nevi hayalet. Başkalarının acıları üstünden ne kadar duyarlı olduğunu göstermeye çalışan bir insan türü türedi son yıllarda. İyi insan gibi görünmenin ve iktidarın hazzı hakkında düşünüyordum o ara. Sonrasında böyle bir öykü çıktı.
Prenses Diana’nın Ahı, bir zamanlar güçlü gördüğü bir adamla biraz severek biraz rahatlamak amacıyla evlenmiş ama sonra o güç kendisi üzerinde denendikçe ne yapacağını şaşırmış bir kadının öyküsü. Bildiğimiz hikâye ama intikamı çok tatlı oldu, içime su serpti, beni de neşelendirdi. Hep de uğraşacak hâlimiz yok, bazen ayağımıza gelen pası gole çevirmek de yetiyor.
Aynur Kulak: Kitaba ismini de veren Deliliğe Zarif Bir Giriş öyküsü bu kaba hayata delirmeden katlanılabilir mi sorusunu getirip önümüze koyuyor. “Normal” bir akıl mümkün mü ya da bunca olup bitenin içinde “normal” kalmayı nasıl başarabiliyoruz? Öykü boyunca en dikkatimi çeken şey karakterin neredeyse bitmeyeceğini düşündürten yaşadıklarını “anlatma isteği” oldu. Bazen gerçekten de delirmemek adına anlatmak istiyoruz sanırım, ne dersiniz?
Burçe Bahadır: Deliliğe Zarif Bir Giriş’in kahramanı, aslında hepimizin yakından tanıdığı biri. Anam ne der, babam ne yapar, aman mahalleli ayıplamasın diye hayallerini heder etmiş bir kadın. Sırf hayatın akışı öyle istiyor diye evlenmiş, işe girmiş, çocuk doğurmuş. Ezberlemiş gibi peş peşe yapmış ondan beklenenleri. Bir baygınlık hâli gibi. Ne zaman uyanıyor, aslında hiç istemediği bir hayatın içinde olduğunu fark ediyor. Çocuğunu bile sevdiğinden emin değil çünkü kendi iradesiyle gelmemiş bugüne.
Anlatmak, delirmemek için tek çaremiz gibi görünüyor. Twitter’ın en çok kullanıldığı ülkelerden biri olmamız da bunun göstergesi sanırım. Anlatıp hem rahatlamak istiyoruz hem de birinin çıkıp aynı dert benim başımda da var demesini umuyoruz. Dayanışma böyle böyle büyüyor. Bu öykünün kahramanı da sırtını sıvazlayacak, ben de senin gibi hissediyorum diyecek birini arıyor ama ne yazık ki bulamıyor. Bulursa rahatlayacak, haklılığını anlayacak, hatta belki güçlenip kendini esir gibi hissettiği bu düzenden kurtulacak.
Aynur Kulak: Her öyküde bir belgesel havası var sanki. Bu anlamda Çile Bülbülüm öykünüzü ayrıca konuşmak isterim. Sizin eşlerini öldürmekten hüküm giymiş iki kadın, üç erkekle hapishanedeki görüşmelerinizden oluşan Ölü Kadınlar Memleketi isimli bir kitabınız var. Çile Bülbülüm öyküsü özelinde suç işleyerek hüküm giymiş gerçek yaşam hikayelerinin edebi bir metinle buluştuğunda neye dönüştüğünü konuşmak isterim. Hangisi daha zor anlatmak bakımından, hikayeyi aktarmak bakımından Burçe Hanım?
Çok etkilenmiştim. Kadının hayat hikayesinden çok açık sözlülüğü, başına geleni bütün sahiciliğiyle tarif etmesi etkilemişti beni. Öyküye de belgesele de meftun olma sebebim sanırım bu. Çok basit sandığımız bir hikâyenin, çok sıradan sandığımız bir insanın ortaya koyduğu gerçeğe dokunabilmek. Korktuğumuz, görmezden geldiğimiz ne varsa önümüze dökülmesi. Beni büyülüyor gerçekten.
Elbette kamerayı ortaya çıkardığınız ya da kalemi elinize aldığınız anda ilk feragat etmeniz gereken, hakikat oluyor. Çok yaklaşmaya çalışırsanız, uzaklaşıyorsunuz. Kameranın olduğu yerde mutlaka biraz yalan vardır ve yazarken öykünün bambaşka bir gerçeği olduğunu kabul etmek zorundasınızdır. Yine de bir söz, bir bakış, bazen sadece bir duruş bile sizin sakınmak zorunda kaldığınız hakikati ele veriyor. İşte o anı bulabilmenin hazzı yüzünden edebiyatın, sinemanın, belgeselin peşinde koşup duruyoruz galiba.
Hangisi daha zor sorusuna gelince, belgeseli kurgularken kafanızda oluşan her ne ise, çekim sırasında bambaşka bir hâl alabilir. Sizi şaşırtabilir. Umduğunuzdan sürprizli bir karakterle karşılaşabilirsiniz ya da tam tersi olur ama her halükârda belgeselde var olan hikâyeyi, var olan insanlar üzerinden işlersiniz. Öyküde gerçek bir hikâye anlatmaya niyetlenseniz bile, pek çok unsuru baştan yaratmak zorundasınız.
Kısacası, elinizde hepi topu hayal gücü kaldığı için, sanırım öykü daha zor diyeceğim.
Aynur Kulak: Son olarak belgeseller yapmaya, öyküler yazmaya devam edecek misiniz diye sormak istiyorum. Çünkü tam anlamıyla kırılmaları bize yaşatan, ne zaman son bulacağı belirsiz bir pandemi döneminin tam ortasından geçtik, geçmeye devam ediyoruz. Bundan sonrası için nasıl hikayeler seyredip, okuyacağız sizce?
Burçe Bahadır: Öyküyle ya da belgeselle, yaşadığımız dönemi elimden geldiğince belgeleyebilmek, insanları anlatabilmek en büyük dileğim ama bizi neyin beklediğini kim biliyor ki artık. Umarım isteyen herkes özgürce yazar, çizer, çeker. Edebiyat ve sinema önemli geçişlerde hep daha çok canlanır. Pandemi ve son yılların hengamesi biraz demlendikten sonra çok iyi işler yapılır diye düşünüyorum. Hele şu günleri sağ salim atlatalım.