Bir yazın nasıl geçirildiği, yazılamıyorsa dahi, hatırlanabilir. Side, çocukluğumun altın kenti. Köyiçi, -turistlerin deyimiyle yarımada-, uzun bozkır, tiyatro, gölgelik kahveler ve elbette Apollo tapınağı. Güneşin sonsuza battığı anıt mekân. Köyiçinin ortasındaki kahve, asırlık çınar ve incir. 12 yaşındayım. Oraya dair herşey yeşile boyanıyor zihnimde: incir kokusu dahi.
Köyiçi’nin ilk kahvesindeyiz, daha kimseler bilmezken burayı inşa edilmiş, nasıl adlandıracağımı bilmediğim bir kadın işletiyor orayı (mistik mi demeli?), şimdiki limanın hemen başladığı yerde. Gedikli kedileri var buranın, nazlı, dilediğinde kucağınıza çıkan, burnunu, kulaklarını ve sırtını okşatıyor bana. Özel bir çay içiyoruz, içinde Side’nin kekiği var ve adını bilmediğim başkaca otlar. “Oralı” insanların sohbetlerini dinliyorum. Köyün çıkışında bir yerde çiftlik yapacaklarmış. Bugün dahi hatırımda. Tüm sohbetler dine ve siyasete dönüyor.
Deniz’e girelim diyor Bilge, ard arda içilen çayların sayısını aklında tutuyor çırak oğlan. İnsanları izleyip onlardan hikayeler çıkarıyor Bilge, halı tüccarından dahi. Kafka’nın “Hayattan nispeten hayli kitap çıkarabilir kişi; oysa kitaplardan az, azıcık bir hayat çıkarılabilir” dediğini biliyor muydu acaba? Defterini bilerek yanına almamak: Bilgeler de tatil yapabilir bazen, elbette sonradan deftere geçirmek üzere.
Her çocuk hayvanlara karşı meraklıdır. Kumsaldaki yengeç izleri, arı yuvaları, merdiven eşiklerinde bitiveren kurbağalar, birlikte gezen, oynayan, havlayan köpekler, kahvaltıya ortak olan kediler… ‘Hayvanlar Kitabı’ bir çocuğun büyüyen gözbebekleri ve sevmeyi öğrenmesiyle ilgillidir. Karasu’nun umudu var mı hâlâ? “Hayvanların bitkilerin, kendi dirim ortakları olduklarını anımsayamaz mı insanlar? Oysa “Nihayet insanlık öldü” diyordu hayata dayanamadığı için espri yapan canım Oğuz.
İkindilerin durgunluğunun bitmesi hüzün vericidir, bir şehirden gidi gidivermek de.
“Otobüs duruyor. ‘Çay içelim mi,’ diyoruz bir ağızdan. Dönüşün eksiği kalmıyor artık.”
Side’nin ve kekiğin eksikliği baki hâlâ.