Eren Ağkoç: İlk olarak içe dönüş ve dışa vurum ekseninde Mezel’in tanıdığım en özel roman karakterlerinden biri olduğunu söylemeliyim. Peki siz Mezel’in karakterizasyonunu tasarlarken hangi süreçlerden geçtiniz?
Burhan Ekinci: Kadim kentim Diyarbakır’da 1990’larda her yerden ölüm fışkırıyordu. Kenti gri acılar kaplamıştı. Ölme olasılığının yüksek olduğu bir kentti. Bütün o gri acılara, ölümlere, sokak ortasındaki infazlara, kaçırılma hikayelerine tanıklık ettim. Bu ister istemez bende acı dolu bir boşluk yarattı. Yazma serüvenim tam da bu ortamda başladı. 1990’larda gençlerin çok fazla alternatifleri yoktu. Ben okuma ve yazmaya karar vermiştim. Bu amaçla, üniversiteyi bitirir bitirmez, gazeteciliğe başladım. Mezel karakteri bu yıllar içinde oluştu. Savaşlara karşı biriyim. Kendimi radikal barış savunucusu olarak görüyorum. Bu yüzden oluşturduğum karakter de politik inanç ve söylemime uygun olmalıydı. Bu karakter, öldürmeyi değil, yaşatmayı düşünen, âşık olduğu kadını (Dicle) bu uğurda kaybetmesine rağmen, dağa gitmeyen, pasif direniş içindeki pozisyonunda da vazgeçen, devletten ve kentinden kaçan, başka bir şehirde (İstanbul) başka bir kimlikle yaşamaya çalışan biri. Bu aktarıcı karakteri sıradan, herhangi biri olarak hayal etmedim, beyni uçuk, ruhu parçalı, med-cezirli, içsel dünyasıyla yaşayan biri olarak tasarladım. Ben bu tasarlama süreçlerini devam ederken, genç yaşta kardeşimin ani ölümü, beni daha fazla acılara, ölüme, yaşama, Mezel üzerinden yoğunlaşmayı beraberinden getirdi. Katmerleşerek beni sarmalına alan kederim birdenbire, bu savaşta kaybedilenlerden geriye kalan acılarıyla bir kurmaca içinde bütünleşti. İstanbul Kadıköy’de yazmaya başladığım, kadim kent Odima yani Diyarbakır’da dokunuşlarda bulunduğum Mezel, bu sürgün hayatımda Almanya’da son buldu. Kısacası, acıların dışavurumunun sonucu aslında Mezel.
Eren Ağkoç: Genele baktığımda toplumun, kurumların, kurmacanın bizlere idealize edilmiş duyuşları ve duyguları dayattığını düşünüyorum. Mezel’e baktığımda ise irticalen gelişen ve dönüşen duyguları, fikirleri doğal akış düzleminde yer yer aforizmatik bir üslup ile sansürlemeden, idealize etmeden anlattığınızı görüyorum. Sizi bu cesur üslup ve duyumsama konusunda besleyen şey nedir?
Diyarbakır’ın politik cesur duruşu, zulme ve zalime karşı direnişi, üslup ve hissedişlerimi etkiledi. Hakikaten Kürt coğrafyasında yaşananlar ve hala devam eden yaşantılar, yaşadıklarımız idealize edilmesi düşünülemeyecek kadar yaşamsal gerçekler. Yaşananlar ve yaşanıyor olanlar siyaseten o kadar çok sansürlendi ve sansürleniyor ki, Diyarbakır ve bilumum Kürt coğrafyasında 40 yıldır yaşananları mikro düzeyde Mezel’in hayatı üzerinden aktarmaya karar verirken, edebiyatın sonsuz özgürlükçülüğüne sığınarak, bütün sansürlemelere karşı başkaldırmaya karar verdim. Egemen olana, sömürü sistemine karşı bir edebi isyan bu… Ruhum cesurca parmak uçlarıma aktı ve 10 parmak ucum birden klavyeye sert dokunuşlarla, haykırdı. Aslında eğer ortada bir cesaret varsa, bu parmak uçlarımın cesareti. Eğer ortada bir suç varsa, bu da ruhuma ve tabi ki Melez’e ait!
Burhan Ekinci: Bu yaşam (benim ilgilendiğim kısmıyla) ölüm ve acılarla dolu bir serüven ve bu serüven düz çizgisel ilerlemiyor. Zikzaklar çiziyor, geri tepmeler oluyor, itiliyor, sürtünüyor, kayganlaşıyor. Ama durmuyor ve akıyor. Mezel, yaşantısını acıya banamış absürd bir karakter. Doğaçlama yaşamıyla, toplumsal özgürlük mücadelesinde, bireysel hissediş ve sezgilerinin kölesi. “Özgürüm ama çürüyorum” diyor mesela. Sahip olduğu özgürlüğünde bile, özgür olamayan biri. Kimseyi dinlemiyor, dinlemeye katlanamıyor. Herkesin kendi acısına odaklanmasını, kendisini anlamasını istiyor.
İstanbul Haydarpaşa Tren Garın’dan başlayarak, Diyarbakır Tren İstasyonu’na kadar durmadan kendi öyküsünü anlatıyor. Hiç de iç açıcı, komik, sevimli, sevindirici değil. İnsanın trenden atması geliyor. Kitabın en donuk, “konuş be kadın” diye sinir olacağımız Elif, tüm bunlara katlanarak dinleyen pozisyonunda. Bu yüzden morg görevlisi tarafından “kiralık kadın” olarak tarif ediliyor ki, bir yerde doğru tanımlama. Çünkü dinleyen pozisyonunu hiçbir zaman yitirmiyor. Çok gıcık, suskun bir dinleyen… Yani Mezel’e adeta fahişelik yapıyor. Sanki, Mezel’in ruhsal boşalmaları ve ereksiyonu için var. Tek görevi buymuş gibi. Direkt soruna yanıt olmaya gelirsem, galiba yazar ile okuyucu ilişkisi tam olarak ‘bu fahişilek’e uymuyor. Tabii karşılıklı sohbet edemediğimiz için, bununla tam olarak ne kastettiğini bilmediğimden genel olarak bu yorumu yapıyorum. Okuyucu, yazarı dinliyor mu, yoksa yazar ile konuşuyor mu?
Eren Ağkoç: Mezel’in varoluşsal katmanları beni çok etkiledi ve zihnimde bazı karamsar varoluşçuların sorduğu “ölümden önce yaşam var mı?” sorusunu canlandırdı. Siz kendinizi varoluşçu çizgide görüyor musunuz?
Burhan Ekinci: Mezel, acılı bir varoluşçu olarak bizi kendinden soğuttuğu kadar, kendine çekiyor kanımca. Hem itici hem de çekici… Bir insanın kendisi hakkında tanımlamada bulunması ne kadar doğru bilmiyorum… Şöyle diyebilirim: Evet, edebiyatta ben bir varoluşçuyum ama politik bir varoluşçu. Bunu politik varoluşçuluk olarak tanımlıyorum. İlgi alanım, toplum ve bireyin ruh altında saklı olanlar. Mezel romanım, yeraltından beslenen, ruh akışıyla yazılan, bir politik varoluşçu roman olarak tarif edebilirim. Haliyle Mezel’in yoldaşı olan ben de bu kategoriye girmiş oluyorum. Önce ölüm mü, yoksa yaşam mı vardı? Ölümden önce yaşam var mıydı, ya da yaşamdan önce ölüm var mıydı? Noktası asla konulmayacak güzel bir tartışma. Peki ya ACI? Acı, ölümden de yaşamdan da önce var mıydı yok muydu?
Eren Ağkoç: Mekânın kişi üzerindeki etkisine baktığımızda siz Mezel’de seçtiğiniz mekânları neye göre, hangi ölçütler çerçevesinde belirlediniz?
Burhan Ekinci: Şehir olarak Diyarbakır ile İstanbul’u ve bu iki şehir bağlamında semtleri, evleri, mutfağı, morgu, seçmek bilinçli bir tercihti. Diyarbakır’da doğdum, büyüdüm, üniversite dahil okul hayatım orada geçti. Kentin yeni yapılanması dışında hemen hemen her sokağını biliyordum. Bu romanda, gezdiğim, dokunduğum, soluk alıp verdiğim, âşık olduğum, yalnızlığımı demlediğim, acılarımı sağalttığım mekanları seçtim. Mezel’in kadim ve tarihi Suriçi’ndeki ağaç tavanlı, taşlarla örülmüş büyük avlulu eviyle Dicle ile Mezel’in Diyarbakır (Amed ) için buldukları düşsel bir tanımlama olarak Odima’yı çağrıştırmasını, 90’larda köyleri yakılan, yıkılan zorunlu göç zede aileleri, tarihi semtteki dayanışma duygusuna dokunmak istedim. İstanbul ve özellikle Kadıköy de çokça gelgit sonrası 10 yıldan fazla yaşadığım bir yerdi. Mezel’in bodrum katta yaşatmam gerekiyordu, çünkü başka çaresi yoktu. Mezel, hem yoksul hem yoksundu. Ayrıca acılarla doluydu, kaybettiği aşkından kanayan bir ruhu vardı. Ölüm ve ölülerle iç içe yaşıyordu ve zihninin alt katmanlarında morg yani bodrum katları Dicle’nin ölümünde yer edinmişti. Bu yüzden nasıl ki ölümden kaçmak için morga sığındıysa, kalabalıklardan kaçması için de bodrum katına kapatıyordu kendini.
Eren Ağkoç: Anlattığınız olayların alt temasında toplumsal bilincin de varlığından söz edebiliriz. Örneğin; “kültürsüzleşen beden, nesilsiz bakışlar, olmayan dil ve kaybolan toplumsal hafıza” gibi somutlamalar yaptığınız paragraf bunu düşünmeme sebep oldu. Siz bu toplumsal bilinci kendiniz ve beslendiğiniz kaynaklar üzerinden nasıl değerlendirirsiniz?
Burhan Ekinci: Alıntıladığın sözleri, bedenin biyolojik/genetik sorgulaması olarak değil, sosyo/kültürel kodlarından yola çıkarak düşündüm. Topyekûn asimile edilmeye, yozlaşmaya (bedensel ya da bilinçsel) karşı bir direnişin tepkisi bu. Kültürü soyulmuş bir toplumdan/bedenden geriye ne kalır ki? Kupkuru kemik… Kültürünü kaybeden bir halkın kemikleşme hali… Körleşme durumu, kaybedilmiş bakışlar ve kültürünü geleceğe aktaracak taşıyıcı nesil yok.
Bu bedensel soymalar özellikle ve öncelikle dil üzerinden geliştiriliyor. Dağlar, taşlar, şehirler, dereler, ırmaklar, ovalar, ağaçlar, parklar, canlı, cansız tüm nesneler şeyler tek bir dilde (Türkçeleştirme) baskın olunca farklı dillerin yaşama şansı pek kalmıyor. Toplum, dilsiz bırakılarak, kültürsüzleştirilerek, asimile edilerek, hafızasız hale getiriliyor.
Eren Ağkoç: Son olarak, şehir hayatına ait sosyal gözlemlerin, sosyal ilişkilerin tasviri dışında, geleneksel olanı da folklorik noktalarla muhteva eden kitabınızın, sosyolojik açıdan hangi kitleye hitap ettiğini düşünüyorsunuz? Böyle bir ayrım yapıyor musunuz?
Burhan Ekinci: Mezel romanımın varoluş ve yok oluş sancıları yaşayan, acı çeken herkese istisnasız hitap ettiğini ve edeceğini düşünüyorum. Manik-depresif, med-cezirli ruhlara, sokağa, yaşama, ağaca dokunmalardan huzur bulanlar bir parça kendilerince gerçek bulabilirler belki…