Her şey değişiyor hayat yenileniyor süreç hızlı ilerliyor. Bir karmaşa gibi görünen hayatın içinden yeni yollar bulmaya çalışırken bazen takılıyoruz bir taşa, bazen yanıyor canımız bir çalıda, bazen de çıkmaz bir sokağın sonunda buluyoruz kendimizi.
Önümüze sunulan hayatı yaşarken, aslında hayat bir türkü tadında bir bakmışsın coşkusuna eşlik etmek için bir mendil alır halay çekersin bir bakmışsın o mendille gözyaşı silersin.
Her an her şeyin olabildiğini unutmadan; içinde bulunduğumuz anın tadını çıkarmak için zevk almak hayatı renklendirmekti sanırım önemli olan. Belki sevdiğin bir kitap okumak, müzik dinlemek belki de spor yapmak…
Benim en çok sevdiğim şeylerden birisidir türkü dinlerken kitap okumak. Yine, yeni bir gün Sabahat Akkiraz dinliyorum Değirmenim Terse Döndü Bugün, bilenler bilir bu türküyü. Çok uzaklara alır götürür hayallere dalar gidersin. Elimde ise çıktığı haberini alır almaz sipariş verdiğim saygıdeğer hocam,
Yazar öykülerine hayatın içinden yansımalar yaparak unutulan değerleri hatırlatarak göz önüne çıkarıyor.
Kitabın ilk öyküsü 79 K. Öyküden; “ durağın aynı yerindeydi. Her gün aynı saatte, aynı yerde. Sanki başka yerde dursa otobüs onu almadan gidecekti. Biraz etrafına bakındı. Yeni doğan güneşi izledi bir süre.”
“İlk o bindi otobüse. Selam verdi şoföre. Selamını almadı şoför. Bunu yine hiç umursamadı. Bildik ses geldi cihazdan. Otobüs şoförünün bezgin haline her zaman ki gibi acıdı. Otobüsün en arkasına oturdu.”
“Kendini kaptırmak ya da öylece durmak kalabalıkların arasında. Yerini yadırgamadan yaşayabilir mi insan?”
“Şehri sevmesini bileceksin. Huzurun nerede olduğunu el yordamıyla kendin bulacaksın. Kendini sorgulamak iyi ama sesin yankısını bulacak önce. İnsan yalnız yaşamayı öğrenmez. Yalnız kalır, o kadar.”
Öyküde yaşadığımız şehrin içinde bulunduğumuz toplumun günlük yaşantımızın ne kadar farkındayız mesajını veriyor yazar. Alışagelmiş davranışlar hayatın tadını çıkarmaya engel olur. Yalnızlık değil sadece dikkat çekilmek istenen hayatın içinde ne kadar varız. Farkına varmadığın sürece yaşadığın hayatın içinde yalnız kalmaya da mahkûmsundur.
Anarşist Domates, birçok okurun dikkatini çekeceğe benziyor. Benim de en çok ilgimi çeken öykülerden biri oldu bu. Ben iki yaşlarındayken, yaşanmış bu olaya dair hiçbir şey hatırlamadığım, sadece büyüklerimden dinlediğim 12 Eylül darbesi dikkat çekiyor öyküde.
Öykünün ilk paragraflarında “ bu domatesler neden böyle dede?” “anarşist domatesler onlar” “ ne ki anarşist domates?” “Anarşist işte. Bildiğin anarşist. Kavgacı, dövüşçü kişiler. Sert işte oğlum, elindeki domates gibi”.
Darbe zamanında yaşananlar kavga şiddet olayları bir benzetme ile hafızalarda yer ediniyor. Şundan eminim ki anarşist kelimesini ilk defa okuyanlar küçük bir araştırma ile o vakitlerde ülkede ne gibi olaylar yaşandığını da öğrenmiş olacaklar.
Bu öyküde ise ruh sağlığını aslında ilaçların tedavi etmediğini, huzurun ilaç olduğu vurgulanmaktadır. Olaylara bakış açımızın ruh sağlımızı ne kadar etkilediğini anlatıyor yazar.
Ben kitap okurken önemli gördüğüm bende iz bırakan cümlelerin altını çizerim mutlaka.
Hadi Gidin öyküsünde ilk cümleden başladım altını çizmeye. 1,2,3,4, …. Cümlelerin altını çizmeye devam ediyorum. Olacak gibi değil bütün öyküyü büyük bir parantez içine aldım. Sayfanın boş bir kenarına da hangi satırın altını çizeyim her yerde ben varım yazdım.
“Hiç kimse anlamıyor beni diyene kadar döner durur dünya. Hiç kimsem yok diyene kadar deveran eder evren. Bazen hiç kimsesi olmaz insanın kalabalıklar içinde öylece kalakalır.” “Küskün bir savaşçı gibi başımı alıp gitmeliyim. Yanımda sen olmalısın, o kadar. Kazandığım zaferleri şehrin gürültüsünü, uğultusunu bırakıp bir dağ yalnızlığına düşmeli.” Bazen de bu öyküde olduğu gibi kendinizle yüzleşirsiniz.
Kentsel Yenişim, üzerinde en çok dikkat çekmek istediğim öyküdür. “Buradan bakınca görünen her yer bizimdi. Yani bizimdi derken her yeri kendimizin sayardık. Yabancılık nedir çekmeden gezebiliyorsan bir yerde, o yer senindir.” “Esaslı cümle oldu. Demek ki atasözleri de böyle çıktı ortaya. Yaşarken birdenbire, kendiliğinden. Böyle olması muhtemel yani. Yoksa büyük büyük atalarımız oturup bir divana, ardı ardına cümleler kurmadılar herhalde.”
“ Zaman mekân bunlar hep geçici şeyler. Takılmaya bile değmez. Bu şehirde yürürken kaç yüzyıllık tarihi taşıyoruz yanımızda. Önemli olan attığın adımda ayağının nereye bastığını bilmem.” “ Öğleni Ali Paşa’da kılacaksın, ikindiyi Garipler Camisi’nde. Sadece cami değişikliği bu. Arada 500 sene var. Bunu düşünüp huşu içinde çıksan yola tarih atlasını cebinden çıkarırsın bırakamazsın. Şehrin tek caddesinden aşağı doğru inerken gelen, giden, duyan, duymayan, gören, görmezlikten gelen derken tarih şeridi devam ediyor. Bir han, bir türbe, müze, içeride kalmış bir cami, trafiği kapatan bir yol. Bu şehir nefes almıyor azizim. Bu ne sıkışıklık böyle. Büyükşehirlerde böyle mi ya…” “Yaşanan kentsel dönüşüm değil, kentsel yenişim.”
Geçmiştir bizi bugüne getiren. Tarihi değerlerimizdir şuan bizi var eden. Dünü olmayanın bugünü olamaz. Önünden geçtiğin her bir geçmişin ya da basarak fark etmediğin değerin kıymeti bilmek geleceğe taşımak hiçbir şeyden haberdar olmayan yeni nesle anlatmak biraz da olsa geçmişi ayakta tutacaktır.
Üç Vakte Kadar, öykünün adından da anlaşıldığı üzere buram buram kahve kokusu taşıyor içinde.
“ Nasıl olsun kahven? dedi içerdeki ses. Orta olsun dedi. Ortada olmayı sevmem ama kahve orta olsun. Keskin çizgisi olacak insanın. Kıyılarda gezmeyi sevecek.”
“Kahveler hazır diyerek getirdi kahveleri. Hangisi benim der gibi baktı yüzüne. Senden taraftaki orta. Kahvelerin yanındaki o minik su bardaklarını çok severdim. Kahvenin yanında su. Ne alaka diye düşündüğüm çok olmuştur.”
“ Konuyu Osmanlı’ya kadar götürelim. Misafire kahvenin yanında su da getirilirmiş ve misafir önce suyu içerse bu onun karnının aç olduğu anlamına gelirmiş. Bu nezaket başka yerde yok.” İnternet ortamında fotoğrafı çekilerek gönderilen fincanın iç resminin sonucu hemen gelir.
“ Üç vakte kadar varlığın kuşatacak evrenimi. Yemyeşil bir yayla köyü. Rüzgâr hiç eksik olmuyor. Küçük bir dere akıyor. Suyun sesi bile huzur veriyor. Koyunlar, kuzular oradan oraya koşuyor. Ayakları dereye sokup suyun serinliği ile dağılıyor başlardaki bulutlar. Rüzgâr alıyor saçları savuruyor kuşların yanına.”
İnternet falcısı ne duymak istediğimizi biliyor muydu ya da biz bir fincan kahveden evrendeki güzellikleri görmek için medet mi umuyorduk? Yazar çok ince noktalara değinmişti. Kahve yanında bir bardak su Osmanlı geleneği olan konulması amacının günümüzde sadece süslü su bardaklarının sunumundan ibaret. Kahvenin çok büyük bir yeri vardır hatta kırk yıl bitmeyen hatırı.
Uçurumda Bir Gömü’yü okurken anlatıcı ile karşılıklı konuştuğunuzun farkına varmıyorsunuz. “ yaa öylemi” dediğiniz anlar çok oluyor. Çünkü yazar sizi hayatın göz ardı edilen noktalarını keşfetmeye davet ediyor. Sonra dinlediğiniz türküyü kapatıp sessizlik içinde öyküdeki kahramanların yerine kendinizi koyup olayı siz yaşıyorsunuz. Güçlü bir anlatım şekli insanı yormadan sıkmadan tekrarlara düşmeden büyük bir keyifle okuyacağınız bir eser olarak hayatınızda yer etmeye başlıyor Uçurumda Bir Gömü.
Değerli hocamın ellerine sağlık. Kendisine bir ömür sağlık diliyorum ki bizi nice kıymetli eserlerle buluştursun.