Serkan Türk: Türk edebiyatının en üretken isimlerinden birisiniz. 40 yıllık yazı geçmişinizde her daim heybesine doldurduklarını yazmayı başarmış bir yazar görüyoruz. Umutsuzluğa kapıldığınız, vazgeçtiğiniz, anlaşılmadığınızı hissettiğiniz dönemler oldu mu? Bu süreçleri nasıl aşmayı başardınız?
Serkan Türk: Her yazar okuduklarının çağrışımlarıyla kendine anlatma olanakları bulan kişidir diyebilir miyiz? Cemil Kavukçu’nun bunca yıldan sonra geri dönüp baktığında karşısına çıkan kitaplar, yazarlar, kahramanlar kimlerdir?
Cemil Kavukçu: Başından beri şuna inanmıştım, okuyarak edinilen bir birikime ulaşmadan yazamazsınız. Yazmaya kalkışsanız da ortaya, benzerleri çokça yazılmış zavallı metinler çıkar. Bana okumayı sevdiren çocukken elimden düşürmediğim çizgi romanlar oldu, hâlâ da keyifle okuyorum. Düzenli ve disiplinli okumaya lise yıllarında geçtim. O dönem başucu yazarlarım Jack London ve John Steinbeck idi. 60’lı yılların sonlarına doğru ise “e” yayınlarının farklı kapak tasarımıyla çıkan kitapları ilgi odağım oldu. Kazancakis’i, Milan Kundera’yı, Bulgakof’u, Kosinsky’yi bu sayede tanıdım. Lise yıllarında ağırlıklı olarak çeviri romanlar okuyordum. O dönem Türk edebiyatına mesafeliydim. Bunun başlıca nedeni müfredat programı, ödev olarak verilen ve özeti çıkarılması istenen romanlar ile bana takan ve kompozisyondan ikmale bırakan edebiyat öğretmenidir diyebilirim. Edebiyatımızla buluşmam üniversite yıllarında oldu. Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Kemal Tahir okuyor, arkadaşlar arasında tartışıyorduk. Atilla İlhan’ın romanlarının da tiryakisi olmuştum. 1970 yılında Milliyet gazetesinde tefrika olarak yayımlanan Muzaffer Hacıhasanoğlu’nun “Evlerde Sevgi Yoktu” romanını da anmadan geçemeyeceğim. Tutunamayanlar beni sarsan ve etkileyen bir roman oldu. Ardından Tehlikeli Oyunlar geldi. Okuduklarımın etkisiyle küçük küçük bir şeyler karalamaya başlamıştım. Roman yazmak istiyordum. Öykü bana okur olarak bile uzaktı. Üniversite yıllarında iki roman yazdım ve ikisi de kötü birer Oğuz Atay kopyasıydı. Beni kulağımdan tutup nerede olmam gerektiğini gösteren Sait Faik’in öyküleri oldu.
Cemil Kavukçu: Yazı dünyamın arka planında merak edilecek pek bir şey olduğunu sanmıyorum. Yazmayı hiçbir zaman yaşamımın merkezine oturtmadım ve ona bağımlı olmadım. Aslında kendimi bir yazarmışım gibi hissetmedim. Olaylara, durumlara, insanlara edebi bir malzemeymiş gibi bakmadım ve gerçek dünya ile kurgu dünyasını birbirine karıştırmadım. Kendini yazdıracak olan kapımı çaldığında içeri buyur ettim, yeni bir şeyler yazmak için onun peşinden koşmadım. Bilerek ya da farkında olmadan kendimi abartmaktan, beni olduğumdan büyük gösteren aynalara bakmaktan hep korktum. Sanatçı kimliğim bende kalsın, herkes gibi yaşıyorum.
Serkan Türk: “Benim bir çalışma odam yok. Bir masam da yok, çalışma saatim de. Tasarladığım, kafamda tamamlayıp şunu da yazayım dediğim bir öykü de yok. Her şey bende gözlem, izlenim ve etkidir. Bir şey hoşuma gider, bu genellikle görüntüdür ama bir ses de olabilir, müzik de olabilir, arabesk de olabilir, rüzgâr olur, yağmur olur neyse o görüntü bende geçmişe yönelik başka bir şeyi hatırlatır, bir şey canlanır benim gözümde; o bir cümledir, paragraftır, ben onu yazarım yazmazsam gider zaten. O yazdığım bir öyküm değildir ama bir başlangıçtır,” diyorsunuz eski bir söyleşinizde. Yazarlığınızda farklı bir sürece girdiğinizi, olgunlaştığınızı, yazdıklarınızın ciddiye alındığını ne zaman hissettiniz?
Serkan Türk: Sizin yapıtlarınıza baktığımızda taşrada ve kentte geçen hikâyeleri harmanladığınızı ve bunu da içtenlikli bir anlatımla yaptığınızı hemen fark ediyoruz. Bunun yanında deniz ve denizcilik öne çıkan kavramlardan. Maviye Boyanmış Sular yıllarla birlikte çeşitli kitaplarınıza giren öykülerin yan yana getirildiği bir kolaj olmuş. Özel kitaplarınızdan biri olduğunu düşündüğüm bu çalışmanızdan bahseder misiniz?
Cemil Kavukçu: Çocukluğum ve ilk gençliğim kasabada geçti. Üniversiteyi İstanbul’da okudum. Mezun olduktan sonra 1977 yılında Ankara’ya yerleştim ve 2019’a kadar, 42 yıl Ankara’da yaşadım. İş yaşamımın 15 yılında da (1982/1997) sismik araştırma gemisi MTA Sismik-1’de çalıştım. Bu da öykülerime kent-taşra-deniz olarak yansıdı. Uzun süre yaşadığım Ankara ile ilgili öyküm yok denecek kadar az. Bunun neden böyle olduğunu ben de bilmiyorum. Deniz temalı öykülerim 1996’dan sonra yazdığım kitaplarda yer almaya başladı. Bir süre sonra da bu öykülerin birbirinden kopuk durduğunu, aynı çatı altında toplanmasının daha iyi olacağını düşündüm. Yayınevim de bu konuda beni destekleyince Maviye Boyanmış Sular çıktı ortaya.
Cemil Kavukçu: Sözünü ettiğiniz dozu yakalamak için kırk yıla yakın bir sürenin geçmesi gerekti. İlk öykülerimin yer aldığı Pazar Güneşi’nde böyle bir dozdan söz edilemez. Aradan geçen yıllar, yazmamın yanı sıra okuyarak edindiğim birikimin, değişen dünyanın ve yaşam biçimlerinin etkisiyle yeni arayışlara da yönlendirdi beni. Bu, artık farklı şeyler yazmalıyım düşüncesiyle yansımadı kalemime. Kaçınılmaz bir biçimde yıllarla birlikte ben de değişiyordum. Bunun öykülerime yavaş yavaş nüfuz etmeye başladığını fark ettim. Bu yolculuğun varılacak bir erimi olmadığını ve insan ömrüyle sınırlandığını düşünüyorum.
Serkan Türk: At, ayı, karga, kirpi, kaplumbağa, balık, martı. Hayvanlar ve doğa da sizin öykülerinizde kendine yer buluyor. Pandemi sürecinin ilk günlerinde insanların dış dünyayı daha çok dinlediği ve doğaya karşı haksızlık yaptığımızı dillendirdiği bir dönem oldu. Son yılını yeni bir şehirde Ordu’da geçirmiş biri olarak hayatınızda ne gibi değişiklikler oldu?
Serkan Türk: Öykülerinizde baskın izlek yalnızlık, iletişimsizlik ve doğa. Kahramanlarınız çevresiyle uyumsuz tipler. Yaşadığımız toplumun değişen yönlerini yansıtan, tepkilerini ve isteklerini gür sesle göstermeyi beceremeyen, biraz kenarda kalan ya da itilen insanları yazmayı tercih etmişsiniz. İnsan biraz da ne görse onu anlatma ihtiyacı duyuyor diyebilir miyiz?
Cemil Kavukçu: Evet, her gördüğünü değil de kendisine dokunan, canını yakanları seçip anlatma ihtiyacı duyuyor insan. Yalnızlık ve iletişimsizlik çevreyle uyumsuz olmanın başlıca nedenleri arasında. Bunun panzehri de doğa. Doğaya bakmak değil, onu görmek gerekiyor. Çünkü doğa, görebilen için kitaplardan çok daha cömert bir öğretmen.
Cemil Kavukçu: Edebiyatın hangi dalında ürün veriyorsanız verin, varış noktası olmayan bir yolculuğa çıktığınızın bilincinde olmanız gerekiyor. Erken gelen başarılar beraberinde büyük bir tehlikeyi de getirir. Yeni arayışlara yönelecek yerde size ün sağlayan yapıtın türevlerini üreterek çıkarıldığınız basamakları inmeye başlayabilirsiniz. Yazarın yazdıklarıyla arasında katıksız bir sevgi ve saygı bağı olmalı; ödülleri, okurları, satış rekorlarını, gündemde olmayı asla düşünmemeli. Bugün medya olanakları kullanılarak bir yazarın niteliğine bakılmaksızın popülerleştirilmesi işten değil. Yazarına geçici bir ün sağlayabilir bu ama payandalar çekildiğinde olduğu yere çöker. Zamana meydan okuyan has edebiyatın ise hiçbir payandaya ihtiyacı yoktur.
Serkan Türk: Cemil Kavukçu’nun kitaplığına dair neler söylersiniz?
Cemil Kavukçu: Kitaplığım Ankara’da. Bir bölümünü Ordu’ya getirdim ama büyük çoğunluğu orada kaldı. Ankara’yı özlüyor musun diye sorsalar, sadece kitaplığımı derim. Önceleri raflara dizdiğim kitaplara hakimdim, kendime göre bir düzen kurmuştum, aradığımı hemen buluyordum. Ama yıldan yıla büyüyüp bir odaya sığmaz olunca, şimdilerde, bazen aklıma takılan bir kitabı bulmakta zorlanıyorum. Kitaplığımın en sevdiğim köşesi de çizgi romanların olduğu bölüm. Çocukluğumun kahramanları Tommiks ve Teksas’ın, Kinova’nın ilk sayıdan itibaren sayıları var. Ayrıca Teks de önemli bir yer tutuyor. Kitapları, dünya klasikleri, Türk klasikleri, roman, öykü, şiir olarak sınıflandırdım. Dergi arşivim de fena sayılmaz.
KE 7
Cemil Kavukçu’yu okurken bazı yazarlar hep olmalı diye düşündüm. Söyleşileri her zaman samimi gelmiştir bana , Cemil Kavukçu’nun. Tıpkı yazdıkları gibi süzülerek seçilmiş kelimelerle doluydu cümleleri. Ne kadar özlüyoruz böyle yazarları. Selamlar…