Mehmet Özçataloğlu: Çiğdem Aldatmaz’la Portakal Kitap tarafından yayımlanan çok türlü olarak tanımlayabileceğimiz kitabı Nakkaşın Sırrı üzerine konuştuk.
Her kitabın bir yazılış hikâyesi vardır. “Nakkaşın Sırrı”nın da öyle muhakkak. Nedir size bu kitabı yazdıran?
Mehmet Özçataloğlu: Kitap adının çağrışımından da olsa gerek, polisiye bir kurguymuş hissi yaratıyor. Hikâyenin bazı kısımlarında bunu düşünsem de derinde yatan bir aşk hikâyesi var. Size göre nedir? “Nakkaşın Sırrı” polisiye mi aşk romanı mı?
Çiğdem Aldatmaz: Nakkaşın Sırrı bir ayağı bugünde bir ayağı geçmişte ilerleyen, bir yanıyla tarihte gerçekten yaşanmış, bir yanıyla ince bir kurguya sahip olan, polisiye öğeler içeren bir macera ve aşk romanı. Oldukça uzun ama doğru bir tanım oldu. Çünkü okur içinde birden fazla başlık bulacak. Tanımlar, konu başlıkları ve etiketlerle sınırlanması güç bir roman.
Mehmet Özçataloğlu: Geçmiş ile bugün arasında geçişkenliği olan bir kurgusu var kitabın. Ortak nokta “Yıldızın Peşinde” adlı tablo. Gezgin ile Efruze’nin günümüze yansıması Arda ile Aylin diyebilir miyiz?
Çiğdem Aldatmaz: Yıldızın Peşinde adlı tablonun, bahsettiğim İncilerin Yıldızı adlı tablo ile bir ilgisi var. İncilerin Yıldızı, Kevkebi Dürri elması olarak da bilinen, Sultan I. Ahmet’in derin anlamlar yüklediği, özel bir elmas. Sultan Ahmet tahtın ihtişamıyla gözünün kararmasından korkar ve babasının taht alameti olarak kendisine bıraktığı elması, bunu ancak efendilerin efendisine verirsem hizmetkâr olabilirim diye düşünüp surre alayıyla kutsal topraklara göndermek ister. Bu yaşanmış hikaye romanın çıkış noktası. Tabii bunu anlatmak için çok fazla araştırma yaptım. Bu yolda yaşanan türlü olaylar sözü edilen tablonun maceralarını getiriyor. Bu maceraları geçmişte elmasın koruyucusu Gezgin ile Efruze vebugünde sanat tarihçisi ve sanat simsarı olan Arda ile Aylin çifti yaşıyor. Ve evet, tıpkı paralel evren gibi hem geçmişte hem bugünde yaşıyorlar. Yaşamlarımızın bildiğimizden öte olduğuna dair bir hayalin belki de temenninin yansıması bu. Sadece bugün olduğunuz gibi ve olduğunuz kadar olmak çoğu zaman hayal kırıklığı yaratabilir. Bu yüzden efsanelere, mitlere ve hayallere ihtiyacımız var. Nakkaşın Sırrı, bu ihtiyacın tezahürü biraz da.
Mehmet Özçataloğlu: Handan adlı karakter, kurguya bir anda dalıyor fakat kim olduğuyla ilgili soru işaretleri oluştu kafamda. Mafyavari bir karakter, silahlı adamları var etrafında. Fakat gücü nereden geliyor, neden bu tablonun sırrının peşinde. Buraları biraz açabilir misiniz?
Çiğdem Aldatmaz: Handan gücü, sermayeyi elinde tutan, kötü olmayı seçerek korkularını zaaflarını gizleyen bir karakter. Arda ve Aylin’in hayatına bu motivasyonla sızıyor. Olayları tetikliyor. Yazdığım her karakterde olduğu gibi ne iyi ne kötü, kötülüğü sorgulanacak durumda. Hiçbirimiz saf bir şekilde iyi ya da kötü değiliz çünkü. Sonsuza dek tartışmaya açık bir konu. Bir yandan da yaşarken mücadele ettiğimiz tüm kötücül engellerin simgesi gibi. Handan elde etmek istiyor. Haris, hırslı, bencil bir şekilde elmasın, Arda’nın, işinin, itibarının üzerine tırnaklarını geçirmiş durumda ve karşısında iyiliğin temsilcisi olarak görünen Aylin, iyilik ve kötülük arasında karmaşa yaşayan Arda var. Tabii bu karakterler bu özellikleri ve başından geçenlerle aynı zamanda geçmişte de yaşıyor. Bu mücadelede kazananın kim olduğunu Nakkaş biliyor.
Çiğdem Aldatmaz: Az önce de dediğim gibi, bu halimizle bu kadarcık olduğumuzu bilmek, bizler için büyük acı aslında. Küçük mahallelerde, apartman dairelerinde, günlük koşturmacalarda, iş yerlerinde harcanacak olmanın kederiyle devam ediyoruz hayata. Hiç farkında olmasak da umurumuzda değilmiş gibi görünsek de bilinmek, duyulmak, yeri yerinden oynatmak, bakışları üzerimize çekmek gibi özlemlerimiz var. İnsan bir nefes bin heves ve mutlak arazları var. Bu yüzden muhakkak hayatımızı, bizi tepeden tırnağa değiştirecek bir an yaşayacağız. Bazılarımız o ana hazır, bazılarımız habersiz. Bu dört karakteri birbirine bağlayan bir gerçek bu. Zamanın ötesinde bir durum. Bu nedenle bir tablonun sırrıyla bir biçimde bağlanıyorlar birbirlerine. Bunun gerçekleşme biçimi, okurun romanı nasıl okumak istediğiyle ve kendi hayatındaki değişimi fark edip etmemesiyle ilintili.
Mehmet Özçataloğlu: Kurgunun barındırdığı gizemden mi diye düşünüyorum, kitaptaki atmosfer her daim karanlıkmış gibi hissettirdi bana. Hiç gündüzü görmeden geceler boyu yaşanmış gibi. Son anda Aylin’in dışarı baktığı küçük uçak penceresi maviye büründüğünde farkettim bunun böyle olduğunu. Yazarken benzer şeyler yaşadınız mı siz de?
Çiğdem Aldatmaz: Bunu fark etmiş olmanız beni çok sevindirdi. O uçak penceresi yaşanan onca olayın sonunda romana aydınlığın yayıldığı nokta. Hiç gündüzü görmeden geceler boyunca yaşanan şeyler var evet. Kaçışlar, kumpaslar, kervan alaylarının düştüğü yollar, hesaplaşmalar, kaçırılmalar, yalanlar, tanışmalar, ayrılıklar hepsi gizemli tablodaki gibi karanlıkta yaşanıyor. Hayat kendi karanlığımızda yaşanıyor. Gündüzü görsek bile arayışlarımız devam ettiği sürece bize biçilen bir karanlık var. Huzuru ve huzursuzluğu aynı anda barındıran, şikâyet etmeye, yeise kapılmaya lüzum olmayan, iyiye güzele de çıkan bir karanlık.
Mehmet Özçataloğlu: Kitabın bir yerinde İskender için aşk, “Kendi kimsesizliğinin üzerine geceleri insanın içini ısıtan yumuşacık bir battaniye gibi sevdiğinin kimsesizliğini örtmekti. Âşıklar birbirinin kimsesizliğiyle ısınırdı.” yazdığını okuyoruz. Peki, size göre AŞK nedir, diye sorsam?
Çiğdem Aldatmaz: Tanımlamak zor, gerekli mi bilmiyorum. Dünyada kaç milyon insan varsa o kadar aşk tarifi var. Bunlardan biri ya da hepsi olabilir. İnsanın çeşitli hallerinden biri olduğunu söyleyebilirim aşkın ve o hallerden biri de kimsesizlik. İskender için yaptığım tanımın son derece hakiki ve geçerli olduğunu düşünüyorum. En çok yanında biri varken hissedilir kimsesizlik. İyi ya da kötü olduğundan değil, öyle olduğundan. Bu işin doğası bu, ne yapalım. Bu romanda da aşkın birçok haline rastlıyoruz.