Kısacık bir an, siyah önlüklü, beyaz yakalıklı yüzlerce çocuk sesi yükseliyor. Öfkeli bir korna sesiyle susuyor çocuk sesleri. Bir araç hızla geçip gidiyor yanı başımızdan. Sürücü el kol hareketleriyle kızıyor. Haklı; dalıp gitmişim hatıralara ve aracın geldiğini fark etmemişim. O güzelim okulumun yıkılmış olmasına bir kez daha iç çekerek, çocukluğumun ender tanıklarından çınar ağacına bir kez daha bakarak devam ediyorum yürümeye. Ablam var yanımda.“Şurda şu vardı, burada bu” diyerek hatırlıyorum, artık hiçbiri yerinde olmayan eski yapıları. Az sonra kaybolmuşluk hissiyle duruyorum. “Neredeyiz?” diye soruyorum, ablam şaşırıyor,” Tanımadın mı,” diyor.”Hayır” diyorum, “öyle değişmiş ki her yer!” Oysa her yıl gidiyorum, her gidişimde geziyorum o sokakları… Ablam bazı yapıları hatırlatarak tanımamı sağlamaya çalışıyor. Olanaksız, bir türlü kurtulamıyorum o kaybolmuşluk hissinden. Tanjant’la birlikte öylesine değişmiş ki çevre, tanı tanıyabilirsen! Birden, çok eski, çok sevgili bir dostu görmüş gibi görüyorum onu: Hacıkasım fırını! Çevresindeki hemen her şey yıkılmış, bir başına kalakalmış oracıkta. Koşmak, boynuna sarılmak….
”O sadece bir fırın” diyor içimden bir ses, “aptallık yapma”.
“Hayır”diyorum, “o asla sadece bir fırın değil.”
“Ne oldu?” diyor ablam, “Fotoğraf makinesini alsaydık” diyorum, fırına bakarak. Boşaltılmış, yalnız hali içimi acıtıyor. “Hiç değilse önünde çekilmiş bir fotoğrafım olsaydı, Bir dahaki gelişimde yerinde olmaz büyük olasılıkla.” Ama yanımızda fotoğraf makinesi olmadığı için çekemiyoruz fotoğrafı. Ve bu, Hacıkasım fırınını son görüşüm oluyor.
Başka bir gün, bu kez yalnız gidiyorum oraya. Fırın artık yok, yıkılmış. Daha önce fırının olduğu noktayı merkez alıp, o alanın eski halini canlandırıyorum gözümde: Küçük sevimli bir meydan: Hacı Kasım meydanı. Ortada fırın, karşıda Ayşe ve Yaşar kardeşlerin bakkalı, yan tarafında Hacıkasım camisi. Fırının solundaki ilk sokaktan sapınca arka yollardan Yenicumaya çıkılıyor. Hemen yanıbaşında Aldıkaçtı Yokuşu. Bizim sokağımız. Hepsi dar, dolambaçlı, Arnavut taşıyla döşeli sokaklar…Aldıkaçtı Yokuşu’nu çıkmaya başlıyorum. Sağlı sollu, bahçeli evler. Henüz yıkılmamışlar. Ne güzel! Soldan ikinci ya da üçüncü evin önünde duraklıyorum. Ahşap kapı yerli yerinde. Açsam, önce bir bahçe, incir ağaçları, karşıda bir kapı…O kapıdan girip üst kata çıksam… Annemin peşinden gitmiştim, kimler otururdu o evde, keşke bilebilsem. Keşke annemi bulup sorabilsem. “Anne o gün o evde ölen kimdi?” Kim olduğunu bilmediğim o ölü, benim ölüm gerçeğiyle ilk yüzleşmemdi. Beş altı yaşlarımdayım, eve giriyorum, kimsecikler yok, üst kata çıkıyorum. Bir kapıyı aralayıp başımı uzatıyorum. Yerde bir ölü, üzerinde bembeyaz çarşaf, karnının üzerinde bir bıçak. Kapıyı kapatıp, hızla iniyorum, az önce usul usul çıktığım merdivenlerden. Bi solukta bahçe kapısına ve hoop, sokaktayım. Ölüyü unutuyorum… Ama unutulmuyor; şunca yıl sonra bile ölüm dendiğinde o görüntüyü anımsıyorsam…
Yokuşu biraz daha çıkıyorum. İşte, bizim ev orada olmalı. Ama yok! Ahşap kapısı, pirinç tokmağıyla orada olduğunu hayal ettiğim evimizin yerinde çelik kapılı beton bir apartman var! Bahçe! O duruyor mu acaba? Nasıl bakmalı. Yok yok, bakmamak en iyisi. Hiç değilse hâlâ orada olduğunu hayal edebilirim. “Kalbimin Kuzey Kapısı Trabzon” kitabında yazdığım gibi anımsamak için hiç değilse:
“Pirinç bir kapı tokmağıyım ben; ince, narin bir kadın eli şeklinde. Kaba, kalın değil; tık tık, nazik vuruşlarla düşerim ahşap kapının göğsüne. Kaç on yıldır bu ahşap göğüste konakladığımı unutacak kadar alıştım yerime. Belki de bu kapıdan , kapının ahşabından oluştum ben. O kadar iç içeyiz ki onunla, hangimiz diğerinden olduk, bunun bir önemi yok artık.
Her sabah, gün yeni yeni doğarken, içerden bir el usulca açar kapıyı. Ben usulca titreşirim. Kapıyı açan elin sahibi kadın usulca süzülür. Elinde süpürgesi ve bir güğüm su. Önce suyu serper sokağın taşlarına. Sonra süpürür o taşları, yıkar, parlatır. Bilirim, her bir süpürge darbesinin yalnızca tozları alıp gitmediğini; kadının, hayatın derdini süpürdüğünü bu saatlerde, kapı önlerinde.Gün boyu ev işi telaşında yitireceği sessizliğinin, kendi kendineliğinin tadını çıkardığını… Karşı evin yüksek bahçe duvarından çiçekler sarkar sokağa. Kadın çiçekleri sular; hayatı sular gibi; sevinci gümrah, övüncü bol olsun diye. Birkaç güvercin salınır biraz ötede. Kimbilir hangi çatıdan yüklendikleri sıkıntıları, sevinçleri, hayat hikayelerini anlatırlar kadına. Kadın bakışlarıyla anlatır güvercinlere, kendi hayat hikâyesini.
Hacıkasım Mahallesi’ndeki o sokakta böyle başlar gün; güvercinler, çiçekler ve kapı önlerinde hayatın derdini süpüren bir kadınla.
Ahşap kapı usulca aralanır, küçük, kara bir kız çocuğu süzülür, pirinç kapı tokmağı usulca titreşir yine. Küçük kız bir güvercin seslerine düşürür yüreğini; bir, karşı duvardan sarkan çiçeklere. Sonra kadına döner bakışları, kadın da döner:
“Uyandın mı kızım, uyusaydın biraz daha” der, ertesi sabaha kadar bir daha yakalayamayacağı sessizliğini, kendi kendineliğini bir kenara bırakarak.
İki serçe konar telgraf tellerine, güvercinler kaybolur.
Şimdilerde o kız çocuğu ne zaman güvercin sesi duysa, etraftaki her şey, herkes kaybolur da, elinde süpürgesi ile kapı önlerinde hayatın derdini süpüren bir anne görüntüsü kalır yalnızca; günün kıyısında iki serçe, buluşur gibi…”
Hâlâ öyle; ne zaman güvercinlerin minik adımlarıyla salındığı bir sokak görsem, Hacıkasım’da bir sokak olur o; Aldıkaçtı Yokuşu olur, Behire Teyzenin evi olur. Annem oralarda bir yerdedir…
ne çok anımız yok edildi.
Trabzon’un şehir dokusu,eski bahçeli evleri,şehir kültürü,sosyal yaşamı,aydın insanları,5 bin yıllık uygarlığın izleri yükselen betonların altında can verdi.Şehirleri katleden vahşi kapitalizmin vahşileri bu şehirde ne varsa düne dair onuda yoketti.Ne acı bir şehirde insanların anılarının bir hiç uğruna yoketilmesi.Bunu yapanlar gün yüzü görmesin.