Bana seslenirken, bana kızarken, bana gülerken, bana küfrederken, sevdiklerini ya da nefret ettiklerini söylerken, beni terk edeceklerini; benim sevgime layık olmadıklarını söylerken hep bu kelimeyi kullanıyorlar. Öyle bir ad. Özel ya da cins. Bir farkı varsa eğer, daha çok cins.
Her sabah aynı gömleği giymekten, aynı sürede aynı uzunluğa erişen saçımdan, sakalımdan, biçimsizliğinden zerrece ödün vermeyen burnumdan, karşı ses doğurmayan sesimi duymaktan sıkıldığım gibi sıkıldım bu addan da. Şu dağınık odamın kirden dışarıyı göstermeyen camını her açtığımda kendimi dışardaki o boşluğa bırakasım geliyor. ‘Du’ aslında. Kendimi bu odada tutacak bir şey aramaya niyetlenene kadar. Yazmanın dışında tabi. Evet yazıyordum. Ne olursa. Patronum “Yaz!” diyordu ve yazıyordum. Yazının kendi doğasına aykırı bir çabayla. Patrondan habersiz yazdıklarım da olmuştu aslında. Hatta onları okuyanlar da. Sonrasında bana layık olmadıkları sanısına kapıldıklarına göre herhalde olağanüstü olmalıydı yazdıklarım. Neyse. Bir önemi yok artık. Çünkü yazmıyorum. Bundan sonra da yazamam gibi.
Zeminindeki her fayans taşına tek tek tükürüp, asansörden çıkarken bütün düğmelere basmak, herkesin masasındaki o çok önemli not kâğıtlarını yok edip, okudukları kitapların ayraçlarının yerlerini değiştirmek istediğim ama hiç birini bir kere bile yapamadığım o lanet yer, işyerimdi. Editöründen çaycısına, karşıma çıkan bütün o kalkık kaşlı, yayvan bakışlı insanları sadece parmağımın ucunu kullanarak bir duvardan diğerine çarpmak istedim hep. Daha ilk adımımda kahrolası bir ağrı mideme çöreklenir, kanırtır da kanırtırdı oradan çıkana kadar. Neyse ki kovuldum. Son sayıda Joyce’un İki Çapkın’ını Rutland meydanından değil de Taksim meydanından yokuş aşağı indirip çapkınların ve sokakların adlarını değiştirdim. Sonra da elimde dergiyle, kahve molasında herkesi başıma toplayıp karnımdaki ağrının sarsıcı şiddetiyle istemsiz kahkahalar atarak anlattım herkese ve kovuldum. Ne ağrı kaldı ne bir şey. Ama onun için, editörü kastediyorum; hazmı zor bir lokma oldu bu.
Zevkten dört köşe döndüğüm dağınık odam cennet köşesi oldu bir anda. İlk andan sonra, ikinci anda. Hatta üçüncü anda da. Derken daha saatler geçmeden bıktım. Bıkmaktan bile bıktım. Sürekli bıkıyorum çünkü. Üstüne Nahit’ten bıktığımı da hatırladım. Kapıcının oğlu, ayçöreği suratlı, saf bakışlı Cemil oldum ben de. Bakkal hesabı matematikle, akıllı telefon okuryazarlığıyla bir ömür geçirmeye razı, yarı akıllı, tam zamanlı huzurlu. Ertesi sabah yediden önce başladım kapılardaki çöp poşetlerini toplamaya. Sekiz olmadan hortumu takıp, başparmağımla tazyik yaparak apartmanın önünü yıkadım. Bal dök yala. Sipariş taşımak eziyet de üçüncü kattaki Suzan Hanım’ı göreceksem misal muazzam bir zevk. Kasıklarımdan kulaklarıma kadar yükselen uçan balonlar festivali. Bir keresinde yüzünde akşamdan kalma makyaj izleri, üzerinde pembe üzerine beyaz işlemeli saten bir sabahlıkla açtı da kapıyı, elimde süt şişesi, son aldığım soluk göğsümde eskimiş, kalakaldım. Şişe düşeyazdı, düşmedi. Elim Suzan Hanım’ın gözünün önüne düşen dağınık tutama uzanayazdı lakin uzanamadı. Süt şişesinden ve içimde eskiyen soluktan kurtulup da kös kös geri dönünce sevimsiz odama, anladım bu kösnül sırıtış da bu ayçöreği surat da bu kof huzur da hiç mi hiç uymadı bana.
Arayı açmadım. Pazar sokağından her akşam aynı saatte geçen turuncu belikli kadın oldum. Zahide. Örgüsü açılmış, tel tel ortalığa saçılmış beklentilerim olsun istedim gelecekten. Sokağın bir ucundan girdiğimde elimde birkaç poşet bir de ısınmış vücudumdan sıyırdığım bej hırka. Hırkanın bir kolu ardım sıra süpürüyor yolu. Amaaan. Geldim zaten. Domuz herif kurmuştur çoktan çilingir sofrasını. Pancar turşusunu bekliyordur. “Eski kaşar da al.” diye üç defa aradı. Başka bir şey olsa kontörüne kıyamaz. Sefil beyinli zevat. Zile bassam açar kapıyı, ben de turşuyu peyniri koyar, bir kadeh de kendime doldurur, tesbih şıkırtısını duymazdan gelir, atletinin kenarlarından fırlayan kıllarını görmezden gelir, oturur bir güzel zıkkımlanırım. Yok basmam. Bir yudum alsam gerisi gelir. En zor savaşlarım, irademe karşı verdiklerim. Hepsini kaybettiğim şimdiye kadar. Bıraktım poşetleri kapıya, beklentilerim geri dönüşüm kutularının maviliğinde, hırkam elimde gerisin geri, kirli camları dışarıyı göstermeyen daireme.
Aynı gece sokaktan mı karanlıktan mı geldiği tam anlaşılmayan o sesi duydum. Yatmamıştım daha ama uyanık da sayılmazdım. Kirli camı açtım, karanlık sesi görmeye. Ses görülür mü? Gördüm. Bilemediğim ne varsa bu yaşıma kadar, işte onlara yaklaşacağımı sandım. Süzüle süzüle bana kadar gelen sesi yakalamaya, sokağa çıktım; pürtelaş. Sırtımda boza güğümü içimden dokuza kadar sayıp, o’yu epey uzatıp z’nin üstünden atlayıp a’yı da üçleyerek bağırdım saatlerce. Dolaştım sokakları. Boooozaaa. Acıkır gibi oldum. Sabaha da daha çok var. Karton bardağa boza doldurup üzerine tarçın serptim. Dört beş tane de leblebi attım, şerefime. Boooozaaa. Bir tekel büfesinin aydınlığında, gecenin evlerine kovaladığı insanlardan kurtulmuş, haşmetle gerinen binalara baka baka içtim. Boşaltılmış bir porn şehirde tek başına bırakılmış gibi distopik bir ürperti duydum, korktum. “Yok.” dedim içimden. “Tek başınalığın öldürücü bir kalabalığı var, akıllara ziyan.” Boza güğümünü büfenin önüne bıraktığım gibi doğru eve. Ölümün ikiz kardeşiyle dansa çıkmışım da müzik bitmiş, dans bitmiş, pistten inmişim gibi oldu telefon sesiyle uyanmam. “Günaydın.” dedi pütürlü, tırtıklı, girintili çıkıntılı ses. Günaydınladım ilk sesimle. Günüm aymamıştı ya lafın gelişi. Geldiği gibi de kafeinsiz sabaha gömüldü “Yok yok uyandım şimdi.” derken. Bir şeyler geveledi ses. “Özür dilemek mi?” Gülmeye çalıştım uyku kurusu gırtlağımla, olmadı. Rolünü tam çıkaramayan, mizansen yoksunu, Nahit bozuntusu ben. Elim sakalımda. Üç günlük mü beş günlük mü yoksa bir haftalık mı? Çıkarmaya çalışıyorum. Günleri topluyorum. Sonuca ulaşmam an meselesi fakat gidiş yolum uyku sersemi. “Özürlük bir şey yok Güler Hanım.” diyorum. Az sonra atacağım gol Güler’den sekip editörü devirecek değil. Biliyorum. Lakin bıkkınlığımı sarsacak, hissediyorum. Sözcüklerin mastürbasyonuna hiçbir zevkle ulaşılmaz. “Ben size layık değilim.” diyeceğim birazdan. Hiçbir zaman tamam olmamış bir hazla kıvranırken aklıma o tanıdık mide ağrısı geliyor. Ağrı bu kez zihnime çörekleniyor. Aybaşını, kirayı, faturaları yuvarlıyorum kafamda, bu uyku sersemi yolla hiçbir işlem yapılmaz. O arada pütürlü ses ne anlatıyor bilmem ama telefonu kapatırken aklımdaki ağrının kanırtmaya başladığını hissediyorum. Telefonu kapatmadan önce en son ne dedim hatırlamıyorum. Banyoda elimde tıraş köpüğü, aynada az sonra sakalların istilasından kurtulacak bıkkın Nahit’i izlerken aklım kirli camların dışında, özel isimlerin peşinde…