Hakikat ancak tartışmadan sonra…
Dişil hakikat için, birkaç fısıldamada bulunmak istiyorum. Ve biliyorum ki, fısıldama bazen bağırmaktan daha gür bir sestir. Fısıldamak, çocukluk kadar, esnek ve zayıf ama güçlü bir gelecektir.
Bu açıdan, zayıflığı, esnekliği ve çocukluğu önemsiyorum. Unutmayalım ki, bugünün büyükleri olarak, her birimiz bir zamanlar, zayıftık, esnektik ve çocuktuk. Bugünün büyükleri olarak, büyüğüz, güçlüyüz ve katıyız. Ama bir o kadarda ölüyüz.
Fısıldamak istediğim; dişil dil, dişil edebiyat ve dişil uygarlık…
Dil, düşünme sınırlarımızdır. İnsan dili kadar düşünür. L Wittgenştein, “dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır’’ der. Buradan hareketle; dilimiz düşüncelerimizi, düşüncelerimiz eylemlerimizi, eylemlerimiz dünyamızı belirler. Tersi de doğrudur.
Böylece, her ideoloji, her sınıfın, her halkın kendi dili olduğu noktasına varıyoruz. Naziler dilin bu gücünü bildikleri için, sözcüklerin bazılarını yasaklar, bazı sözcükler de ideolojik beslenme kaynağı olduğu için, basın ve eğitim kurumlarında sıkça tekrarlarlar. Bir yalanı bile kırk defa tekrarlarsan yalan gerçeğe döner derler. Tekrar bundan. Çünkü gerçek dediğimiz şey bir anlamda yaratılandır. Dil aslında bu anlamıyla, bir baskı aracıdır. İktidarların kendini üretme zeminidir. İktidarın elinde her şey masumiyetini yitirdiği gibi, dil de masumiyetini yitirir, kirlenir.
Marksisizm için de durum böyle. Kendi kavramlarını ve anlamlarını yaratmıştır. Aslında her halk nasıl ki kendi dilini konuşuyorsa, her sınıfta bir bakıma kendi dili ile var olur. Çünkü sözcükleri kendi dünyasıdır. Reel sosyalim ile kapitalizm arasında en büyük kavga burada, dil alanında kopmuştur. Demir perde, uzay savaşları vb.
Dil, bilginin kaynağı olduğu gibi, erkin toplum üstündeki hakimiyet aracıdır da. Dili kontrol eden yaşamı da kontrol eder. Buckminster Fuller ‘’ başkalarının bana öğrettiği sözcüklerden öylesine bıkmıştım ki, sonunda çevremden uzaklaşıp Chicago’da bir gettoya ve orada, ailemden, arkadaşlarımdan uzakta beynimi bu sözcüklerden uzaklaştırıp uygun sözcükler bulmak için iki yıl geçirdim. İki yıl sonunda konuşurken kullandığım sözcükler kendi sözcüklerimdi, bir başkasının değildi’’ der. Bunu okuduğumda, keşke tüm toplum olarak yapabilsek, bir yerlere kapanıp, dişil dil, sözcüklerini edinebilsek diye geçirdim içimden.
Dişil uygarlık,
Uygarlık için, bir tez tartışmasını mevcut kapitalist sistemin, erilliği üzerinden sürdürmek gerekiyor, kanımca. Derin bir sistem eleştirisine ulaşamayan her dişil tartışma ve yaklaşım, kapitalist sistem içinde bir arayışın bir parçası olur ki, bu eril uygarlığın bir parçası olmanın ötesine geçmemek anlamına gelir. İddia ne olursa olsun sistem içi bir noktaya savrulur ve eril sistemin payandası olur kaçınılmaz olarak.
Erillik, uygarlıksal bir problemdir. Dolayısıyla çözümü de uygarlıksal olmak zorundadır. Dişilliğin, bu reel uygarlığın dışını itilmesi, bilgi dışı, kültür dışı, sanat dışı bırakılması, kapitalist uygarlığın eril karakterinin bir sonucudur. Haliyle dişiliği, baskıya, sömürüye, öteki olmaya, açık hale getirende bu uygarlığın eril karakteridir.
Günümüz uygarlığın dişillik önüne koyduğu seçenek; yabancılaşma, eril dilin ifadeleriyle kendini tanımlama ve suskunluk. Bu eril yaklaşımdan, reel sosyalizmde kaçamamıştır. Kadın özgürlüğü konusunda iddialı söylemi olsa da kendini eril zihniyetten kurtaramadığı için, kadın sorunu çözememiştir.
Dişilik ilk toplumsal varoluş formudur, oysa ki. Dolayısıyla toplum var oldukça o da var olur. Bundan kaynaklı, reel uygarlıkta, dişil özellikler kaybolmaz varlığını sürdürür. Uygarlıkta dişil, eril ikilik bir özellik olarak hep vardır. Dişil ve erillik, cinsel kimlikte de benzer özellikler gösterir. Kadında erillik, erkekte de dişilik hep var ola gelmiştir. Ve toplumsallığın kişilik inşası bu temel özellik üzerinden inşa edilir. Başlangıçta dişil özellikler başat iken, daha sonra eril özellikler hakîm olmuştur. Toplumsallık eril özeliklerin yüceltilmesiyle, eril bir sadizme doğru evrilmiştir.
Fakat dişilik gelenek, ezilenin sesi, erdem alanı olarak, eril uygarlık içinde, hep varlığını sürdürmüştür
Kimi feminist yazarın dişil dilin varlığına tereddütlü yaklaşması, ya da dişil sanata dair kuşkuları tarihsel dişil geleneğin tanımlanmasında yaşadıkları zorluktan kaynaklanmaktadır, kanımca. Oysaki, eşitlik dişildir, paylaşım dişildir, fedakârlık dişildir, vermek dişildir.
Dişil dil…
Haklı olarak radikal feministler dilin, erilliği üretmesindeki rolüne dikkat çekip, hesaplaşmanın buradan yapılması gerektiği tezini öne sürerler.
Eril dil; iktidarın, baskının, sömürünün, hiyerarşinin dilidir. Analitik zekaya dayanır. Mevcut toplum ve yapılar bu dili kullanırlar. Aile, okul, devlet vb. Günümüzde her açıdan örgütlü olan eril dildir. En çok örgütlü olduğu alanların başında sanat edebiyat gelmektedir. Sanıldığının aksine bilme dünyasında daha etkin ve daha örgütlüdür.
Dişil dil ise; sadece kadınlar için değil, öteki kavaramı üzerinden hem edebi hem politik hem de kültürel bir yaklaşımın ifadesi olarak, ezilenin başkaldıranın muhalefetin dilidir. Bir siyahi kadın sadece kadınlığından dolayı değil, aynı zamanda teninin renginden dolayıda dişildir. Ezilen, baskı altında tutulan tüm kesimleri, dişillik kavramı içinde tanımlamak daha doğrudur.
Özcesi dişil, ezilenin, ötekinin, muhalifin dilidir. Ana tanrıça kültürün yaşam izleğidir. Eşitlikçi paylaşımcı ve barışçıldır. Baskıcı değil, direnenin tarafıdır. Yapı bozucu bir öz taşır. Ve aslında isyanı teşvik eder, statükonun parçalanmasını hedefler. Tüm devrimler bu açıdan başlangıçta dişildir. Dişillik duygusal zekayı kullanır.
Fakat hesaplaşmayı, dilin ötesine taşımak gerekiyor. Dilin eril yapısını bozmak, bize bir soluk aldırabilir. Yeni imkanlara kapı aralayabilir. Bunun inkarında değilim. Mevcut uygarlık dili için arıza olmak başlı başına bir bilinçtir. Fakat yeterli değildir
Dişil edebiyat…
Gerek, Kristeva gerek Lrigoro gerekse de Cixaus’un dişil dilin şiirde daha olanaklı olduğuna dair bir düşünce ifade ederler. Bu dişilliği, sanatın, edebiyatın dışına atmaktır. Daha derin bir gözle okunduğunda tüm sanatta ve edebiyatta bir dişilik vardır. Dişil temalar hep var olmuştur bu sanat dallarında.
Dişil edebiyata yaptığım vurgunun, bozduğumuz şeyin yerine neyi koyacağımızın da bilinmesi gereğindendir. Önce dilden mi? Yoksa da edebiyattan mı? Başlamalı. Tartışmasını çok da gerekli görmüyorum. Hiçbirini öncelemiyorum. Bütün tartışmalar nihayetinde aynı noktaya çıkar. Erilliğe karşı dişilliğin açığa çıkarılması.
Dişil edebiyat kavramını önemsiyorum. Edebiyat yaşamın yeniden yaratıldığı bir alandır. Yaşamı değiştirmenin zorluğundan hareketle, dişil bir dünyanın edebiyatla yaratılabileceği, toplumu bu yaratılan dünya üzerinden bilinçlendirilebileceğini var sayıyorum. Çünkü edebiyat; yazar, okuyucu ve toplum etkileşiminde geri dönüşü olan bir etkinliktir.
Nasıl ki, eril dünya, eril bir edebiyatla daha güçlü bir şekilde varsa. Dişil bir dünya da dişil bir edebiyatla var olabilir ancak. Dişil kurmaca edebiyatı, dişil dünyanın tezi olarak sunuyorum. Ve dişil edebiyat, dişil uygarlığın erdemleri üzerinden pek ala inşa edilebilinir. Bu eril sistem içinde, insana dair tüm güzelliklerin kaynağı dişildir çünkü. Falus merkezli düşünce sistemini bozmak, ancak dişil bir yaşamla mümkündür. Fakat dişil yaşam erilliğin reddiyesi değildir.
Dişil eril ikililiğin varoluşsal özellikleri
Derrida’ya göre ‘’Batı felsefesi sadece ses ve söz merkezci değil, aynı zamanda fallus merkezcidir. Bir kavram hep diğerine oranla daha üstün, daha güçlüdür.’’ Bu felsefik yaklaşımın bir sonucu olarak, erillik temel, dişilik tali olarak ele alınıp, işlenmiştir. Dişil gelenek kendi bağlamından koparılır eklenti bir hale getirilmiştir. Dişil olanı da aynı mantıkla ele almakta, bizi yanlışa sevk edecektir. Dişiliği temel erilliği tali biçiminde tersten bir okuma yapmak, eril mantığın tuzağına düşmektir. Örneğin dişiliğe ait olan duygusal zekâ ile erilliğe ait olan analitik zekâ, aynı şekilde dengeli bir biçimde kullanmak gerekir. Çünkü toplum dişil ve eril kültürün toplamıdır. Salt eril ya da salt dişil diye bir şey yoktur.
Bu ikilik varoluşsallıkta, sanılanın aksine, karşıtlıktan çok, bir iç içelik vardır; İkilik arasında hep anlamlı bir ilişki, anlamları bir bağ vardır. ‘’ erkek ve dişi ögelerin kutuplaşması tek tek erkek ve kadında da görülür. Nasıl fizyolojik bakımdan erkekte, kadında karşı cinsin hormonları varsa ruhbilimsel açıdan da kadın ve erkek iki cinslidir.’’ ‘’Bu gerçek biyolojide açıkça görülür; tohumla yumurtanın birleşmesiyle çocuğun doğumu hazırlanmış olur. Oysa durum bütünüyle ruhsal olan alandan hiç de daha değişik değildir’’ Bu bir dezavantaj mı? Aksine yaratıcılığın mucizesidir.
Kristeva’ya göre ikili karşıtlıklarla kurulmuş olan Batı düşünce sistemi kadın ve erkeği metafizik olarak birbirine karşıt olarak konumlandırır. Bu yüzden feminizmin asıl yapması gereken bu ikili karşıtlıkları reddetmek olmalıdır’’ der. Karşıtlık yerine anlamlı bir birlik kavramı daha sorun çözücüdür, kanımca.
Parçacık dünyası da bize ikiliklerde karşılıklı bir bağımlılığın varlığından bahseder. İkililiğin karşılıklı bir ilişkiler bütünü olduğunu söyler. Fakat Newtoncu bilim, bu ikililiği ayrık olarak ele alır. Bizim buradaki yaklaşımımız, ikiliğin parçacık fiziğinde olduğu gibi hem ayrılık hem de birliği ifade ettiğidir.
Freud’çu erillik
Batı düşüncesinin dişillik-erillik, ikiliğinde, dişil hep negatif taraftır. Erillik özne, dişilik nesnedir.
Düşüncedeki bu negatifliğin oluşumunda, sanırız Freud’un payı oldukça fazladır. Buna ‘’ Freud’un ataerkil tutumu yol açmış olabilir. Buna uyarak Freud, cinselliğin kendi içinde erkek olduğu sanısına kapılmış, bu yüzden kendine özgü dişi cinselliği görmemiştir.’’ Kadını nesnelleştirerek bu ikililiğin pasif tarafı olarak tanımlamıştır. Kadını erkek için yaratılan bir nesne konumuna indirgemiştir.
Freud’un bu fikrinin devamı, ‘’ küçük oğlanların kadını hadım edilmiş erkek olarak gördüklerini, kadının da kendisinde erkeğin cinsel organlarının bulunmamasının yarattığı eksiklik duygusunu başka yollarla göstermeye çalıştığı ileri süren kuramlar ortaya çıkar. Oysa kadın hadım edilmiş erkek değildir; cinselliği kendine özgü bir dişilik taşır ve ‘erkek özelliği’ göstermez.’’
Dişil ve erilliği, kadın ve erkek sıkışmışlığının ötesine taşıyarak, kültürel değerler üzerinden tanımlamak istiyorum. Biyolojik tanımların dışında bir norm öneriyorum.
Dişiliği salt kadın bedeni üzerinden tanımlamanın derin hatalara kapı araladığını, kadın kültürü üzerinden tanımlamanın ise kanımca doğruya daha yakın olduğunu düşünüyorum. Çünkü insan doğal olandan bir kopuşu ifade eder. Başlangıçta dişilik daha belirgindir. Dişil dil veya dişil edebiyat, dişil uygarlık dediğimiz şey; bu kültürün dile, metne, yaşama dönüşmesi, toplumda var olmasıdır.
Toplumsal cinsiyet…
- D. Beouvair ‘’ kadın doğulmaz, kadın olunur’’ diyerek cinsiyet ve toplumsal cinsiyet arasına kalın bir çizgi çeker. Bizi kadın ile kadınlık, erkek ile erkeklik kavramlarını daha derinlikli sorgulanması gerektiğini hatırlatır. Kadının ikinciliğinin, sosyolojik, politik, edebi ve felsefi boyutları olduğuna dikkat çeker. Kadını toplumdaki rolünü doğallıkla özdeşleştirmek, biyolojik yapısına gereğinden fazla vurgu yapmak, erilliğin politik kültürel vb. boyutlarını görmemektir.
Spinoza ‘’ doğa, uluslar milletler, kabileler yaratmaz, yalnızca bireyler yaratır’ der. Bütün iktidarlar, bu bizim doğamızda var söylemi üzerinden şekillenir. Erkeklik de öyle bir doğaya dayandırır kendini. Doğamız böyle der. Oysaki, doğa ne dişiliği ne de erilliği üretir. Dişilik ve erillik tıpkı milletler ya da İslamiyet, Hristiyanlık gibi sonradan toplum tarafından üretilendir.
Tabi ki; erillik tarafından nesneleştirilen kadın bedeninin, kadınlar tarafından, keşfedilmesini, arzusunun ortaya konulmasını, bunu özgürce dile getirilmesi noktasında, olumsuz bir yerde durmuyorum. Erilliğin karşısında bunun yapılması gereklidir. Fakat bedenin sözlerinin yeniden üretildiği yer toplumdur. Ve toplumun temeli kültürdür. Kültür toplum tarafından oluşturduğu gibi topluma biçim veren de yine kendisidir.
Erillik kendini ebedi ve ezeli bir form olarak sunar. Fakat tarihsel veriler bize bunun aksini haykırmaktadır.
‘’Radikal feministlerden Mary Daly, mitleri yeniden okumaya tabii tutarak toplumsal cinsiyet kavramlarını tersyüz eder. Jino/ Ekoloji adlı kitabında kadının kendini tanımlayabilmesi ve kendi adını koyabilmesi için şimdiye kadar yazılmış olan mitlere bir yolculuk yapar. Bu yolculuk ataerkilliğin dışında kalan bir dünyayı varsayar ve böyle bir dünya varsa bu dünyanın mutlaka keşfedilmesi gerektiğini vurgular… ‘’ sözcük arkeolojisini tam da bunun için öneriyorum.
Lengüistik arkeolojiyle, aryenik dilin kelimelerini kazdığımızda, toplumun dişil kökenli olduğunu görüyoruz. Kürtçenin bazı kelimeleri bize bu konuda yol göstermektedir. Çünkü Kürtçe neolitik devrimin yaratıldığı coğrafyanın en eski dillerinden biridir.Jin Kürtçede kadın, jiyan ise yaşam demektir. Yaşam kadından türetilmiştir. Aynı şekilde mê dişi demek iken, ondan türeme mêr erkek anlamına gelmektedir. Yani erkek dişilden türemedir.
Cixous,’’ ClariceLispector’un metinlerini tanımlarken, bunların nemli olduğunu, dişil metinlere bozyazı otele gelen escort kıyasla eril metinlerin gittikçe ‘kuruyan metinler’ (drying) olduğunu iddia eder. ‘’ Kuruyan kelimesiyle, özünde kelimelerin nemlerini süreç içerisinde yitirdiği belirtir. Kürtçe kelimeler de bize bunu söylemektedir. Başlangıçta kelimeler dişildir, erillik hep sonradır.
Sonuç olarak;
Dün söylediğimizin bugünü tanımlamakta yetersiz kalacağı, bugün söylediklerimizin yarının bilinmesini sağlayamayacağı bilinciyle, sürekli somutun tahliliyle hareket etmek bilimsellik gereğidir. aydıncık rus escort Çözümlerimizin de ortaya çıkan somuta göre biçimlendirme zorunluluğu ortadadır. Ama şu noktayı biliyoruz ve ısrarla belirmek istiyoruz, uygarlığın başlangıç harcı dişildir, eril uygarlığın sürdürebilirliği yoktur. Er ya da geç uygarlık özüne, dişiliğine dönmek zorunda.
Daly üç çeşit Kahkahadan bahseder. Bunlardan ilki hayır demek, ikincisi beddua etmek, üçüncüsü anamur yabancı escort ise kadınlar arası tuhaf espriler üreterek ‘eğlenmektir der. Hayır mı? Beddua mı? Espri mi? Buna siz karar verin. Ben ise espriden yanayım…