HIEROS GAMOS
Çîya Andok’un “Döner Mutlaka Kuşlar” şiir kitabından sonra yeni çıkan ilk romanı Hıeros Gamos.
İtiraf edeyim, kitabın adından önce hiç bir şey anlamadım.
Hatta yazarın kendisine de bir ara takıldım, “Kürdçe desen Kürdçe değil, Türkçe desen Türkçe değil, bu gavurca:) ismi de nereden buldun böyle ” dedim. Güldü, ayak üstü kısa bir şeyler söylemekle yetindi, sadece. Anladığım kadarıyla sorduğun sorunun cevabı kitabın içindedir, demeye getiriyordu. Ben de fazla üstelemedim. Ancak kitaba başlamadan önce hz. google’ye sormayı da ihmal etmedim HIEROS GAMOS’un anlamını…
Rızgar:”…Birinci sokağı döndük. Hasret, bir duvar yazısı önünde durdu. ‘Hieros Gamos, Hieros Gamos’, diye bir kaç kez mırıldandı. ‘Bu ne demekti? Bir yerlerden hatırlar gibiyim ama…’
Öğrendiğimde çok şaşırmıştım ben de. Sadece bu yazı değil, (Çıkmaz-C.P) sokağın geneli de öyle şaşırtıcı… Rasim Efendi’nin resimleri de böyleydi. Bütünlüklü bakınca anlamını ve estetik değerini buluyor. Kutsal Evlilik; yani, Hieros Gamos’a böyle bir yerde rastlamak ilginç değil mi”?
Hasret:” İlginç tabii ki Rızgar. Kutsal birleşme değil miydi o?… Evlilik baba kültürünün icadı sonuçta. Nereden bakarsan bak, kadına kurulmuş bir tuzak aslında. Kadının düşürülüşünün ilk adımı hatta.”
Rızgar:”…Yani, toplumların gelişimi o yönde olmuş, doğru. Hieros Gamos, ana tanrıçanın doğurduğu erkekle gerçekleştirdiği kutsal birliktelik, dişil bir yaşam döngüsü. Kadın ve erkeğin bütünselliğini ifade ediyor. Çünkü neolotiğe kadar baba kavramı yok… Kutsal birleşme töreninin sonunda erkeğin kurban edildiğini biliyorsun değil mi Hasret?”
Kitapı salt bu isim üzerinden değerlendiremeyiz elbette ki. İşin doğrusu, bu mesele beni aşar…
Ancak epeyce sosyal, siyasal, kültürel, ideolojik, psikolojik, felsefi tartışmaları, sorgulamaları da içerdiğini söylemeliyim.
Romanın baş kahramanı Rızgar’ın yoğunlukla “esmer vatandaşlarımızın” yaşamış olduğu Kasımpaşa’nın “Çıkmaz Sokak”ına taşınmasında verilmek istenen mesajlardan en önemlisi, anladığım kadarıyla hem bir tür kaçışı.. ve hem de, özellikle de 90’lı yılların, sosyal-siyasal ilişki sürecini, dolayısıyla “çıkmaz”larını da irdeleme, sorgulama çabası…
Romanın en can alıcı, daha doğrusu en can yakıcı kısımları hiç kuşkusuz Rızgar’ın maruz kaldığı korkunç işkence seanslarının anlatımlarıdır; ki, bana göre sadece bu söz konusu işkence anlatımları değil, romandaki anlatımların çoğu kurgudan öte gerçek yaşanmışlıklardır…
Sanırım bir tür otobiyoğrafik yanı ağır basan bir romanla karşı karşıyayız…
Romanda, çok sevdiğim karakterlerden biri de, küçük yaşta evlendirilmek zorunda bırakılan, daha doğrusu “satılan”, feleğin çemberinden geçtikten sonra da İstanbul’un Çıkmaz’ında önce bilge resam Rasim Efendi ile, sonra da Rızgar’la yolları kesişen, daha doğrusu komşulaşan, hem ağzı hem de şivesi tatlı bozuk, yardım sever, bir o kadar da sevimli olan ve Rasim Efendi’den almış olduğu derslerle bil(inçlen)miş dolaysıyla bilgece aforizmalarıyla lafı gediğine koymaktan da geri durmayan Muşlu Yeter’dir ki, romana nefis bir tat katmış…
Bu arada, laf aramızda kalsın, bilge ressam Rasim Efendi, sadece Yeter’i “yoldan çıkarmamış”, farklı cinsel tercihiyle mahallenin imamını da kendine meftun ederek yoldan çıkarmış…
Bir de, Márquez’e göndermeli “On üç yıllık yalnızlık”tan sonra, bir türlü unutamadığı eski aşkı uğruna sahip olduğu hemen her şeyini terk etmeyi göze alabilen güzel, gözü kara, özgür ruhlu, hatta cüretkâr, başına buyruk, köklerinden kopmuş, koparılmış Dêrsimli kadın Hasret de başlı başına irdelenmesi gereken bir karakter…
Romanda, Yeter gibi küçük Kürd kızlarının satılmalarının ya da satınalınmalarının önünü kesmek için oldukça sert denebilecek “önlemin” yanısıra oldukça cüretkâr denebilecek anlatımlar da var yer, yer…
Bu arada romanda dikkatimi çeken noktalardan biri de yazarın, yazım tarzında sinematoğrafik bir yanının da ağır bastığıdır.
Romanın adı her ne kadar gavurca:) olsa da çok güzel bir Türkçe ile yazılmış… Belli ki yazar Türkçe’ye Kürdçe’den çok daha hakim.
Bu da “Kürd(çe) Davası” için bunca ağır bedeller ödemiş ve de ödemekte olan Kürd yazar(lar)ın trajedilerinden biri olsa gerek…
Roman kahramanlarının, özellikle Rızgar’ın neden Diyarbekir küçelerinde değil de hep İstanbul sokaklarında dolaştırıldığını sormuş ve de merak etmiştim… Bunun cevabı, bir yanıyla finaldeki görkemli Diyarbekir/Amed karşılamasında verilmek istenmiş gibi…
Finale katkı olması dileğiyle, Çiya Andok’un “Örtün Beni Annemle” adlı şiirine kulak verelim dilerseniz:
“Örtün Beni Annemle
hayatın son perdesiydi
elleri
gözleri
ayakları
üşümüştü günün
ikindi zamanı
yolun sonu
kırlaşmıştı yaprakları çınarın
yakalamıştı ölüm
tüm sokaklarımı
köprüler ölümle benim aramda
yıkılmıştı
mısır çarşısı annemle ile kokular arasında
gitmişti
deniz tuhaf bakıyordu
vapurlar ile liman küstü
ve her şey
ölü kuşlar ezberiydi
yollar annemin
tekrar dönüp dolaştığım
cinayet
ölürsem annemle
örtün beni”
Naçîzâne bir serzeniş: Yazar, ya da yayın evi, hedef kitlesi olan bizler gibi okurların ekonomik durumlarını gözetmişliğinden olsa gerek ki:)! Bugüne kadar satın aldığım en pahallı roman-kitap olduğunu da söylemeliyim…
“Peki değdi mi bari?”derseniz, evet, bence değdi. Satın alabilirseniz değdiğini siz de göreceksiniz…