Kısa sözcükler mi anlatır içimizi, içimiz mi dile gelir kısa sözcüklerle?
Patlayamadığımız gecelerin sessizliğini taşıyoruz içimizde. Hepimiz sevmediğimiz bir işte çalışıyoruz. Geceler boyu ağlamaktan da utanıyoruz, yağmurlara ulumayan kurtlar ve hayalet trenlerle yarışmayan atlarla günlük tutuyoruz, ama tarih bunu da yazmıyor.
Zaman, tavla oynuyor ölümle. Biz şarkının sözlerini değiştirdik, güzellik tanımını bir atın kulağına fısıldayarak. Kimse uyurken kızıl sekizli bir gazele de benzemiyor.
Hayır, dalgınken saçlarımızı taradığımız çatal için değil, artık Van kalesi postallarını da biriktiremiyoruz. Yalnızca 5800 ödenmiş prim günü bağkurluluğumuzla emekli olmayı düşlüyoruz.
Ölüm, bir su saati gibi patlıyor, fesçiler sokağında kurtlar uğulduyor, bir tren bir kuşla gece uykularını sayıklıyor, yakalarımız unutkanlık pelerinleri ile doluyor, bir kez daha anlıyoruz: Reykjavik’te gezen kızlardan bir mektup arkadaşımız bile yok.
Hayır, ormanda sevişen kızlar, dökülen yıldızları delirtiyor; yaseminler güldükçe. Dizlerine kadar havuza girip okuyamadığımız şiirleri, kuğulara söylüyoruz. Ofisler, evler, yataklar, kalorifer böceklerinin çıtırtısı. Ölüm, hayır. Ölüm… Patlıyoruz, patlıyoruz saatler boyu.
Sarı ateş böceği, uzun zaman oldu dokunduğu herkesten bir şey öğrenmeyeli. Adına yakışan şarkı, mavi gözlü olduğunu unutuyor, Amanos dağında sandığını kaybedip kar yiyen köpeklere sarılıp ağladığı için.
Hayır, kuşlarla da konuşmuyoruz, tek dostumuz olan kuşlar da bizi anlamıyor. Yasemin bahçelerinin küçük oruspusu adını bilmiyor; kırgıbayırlardaki katırlara stranlar da anlatılmıyor. Doğu, herkesin kıblesi ama yalnızlığın secdesi. Artık, banka tabelalarındaki şarkıları da dinlemiyoruz.
Ölüm, yeni boyalanmış bir duvarda acemi bir yazı gibi duruyor. Urmu dutları gibi emdiği sol memenin altında “neden ben” diye soranlara kızıyor. Uyumadan, üç kulluvalla bir elham okumayı da ihmal etmiyor. Artık, aramıza karışmış, bizden biri gibi geçinip gidiyor.
Ölüm, aşk mektupları gibi sitem etmeden kaşınıyor, ağlamaktan da utanmıyor; rüzgarını yatıştırmak için gri göle bir eldiven bırakıyor, bir kum saati patlıyor. En çok sevdiği dizelerin altını çizemeden uyuyamıyor.
Hayır, dişi kurtların kente yayılan kokusundan değil, taşraya yerleşme fikrine de sıcak bakmıyor ve bir hayaletle dolaşıyor yalnızca… Cüneyt’in gözlerinden öpüyor, babanı gördüm diyerek.
Ölüm, kente yakın uzaklıklardan baktığı için değil, kuğulu şiirleri stranlara okuduğu için de değil. Trenler de kurtlar yolunda koşmuyor, yalnızca Yosadhara’yı Sidharta’dan daha çok seviyor.
Hayır, bembeyaz zebralar varlığını herkesten gizlemiyor, adam unuttuğu sarı dişlerini tuzlu suyla da fırçalamıyor; gri gözlü çocuklar bir zamanlar mavi gözlü olduğunu da hatırlamıyor. Dağ uykusundan sıyrılmayalı çok oldu. Çok yoruldum, arabayı sen kullan.
Ölüm, adanın dalgalarını eve alıp onlara rakılı sofralar kuruyor, acemi bir duvar gibi gülüşün yazılama duruyor. Yağmurlar ve karlar kurtlara uğulduyor, Tamara Kalesi kartpostallarımız da eskiyor. Sessizce yan yana uzanıp geceyi dinliyoruz.
Artık;
Ofisler, evler de dar geliyor bize
Patlıyoruz, patlıyor sessizce gece. (Patlıyor Sessizce Gece)
Ölüm;
Artık ağlamaktan utanmıyor.
Aramıza karışmış, bizden biri gibi geçinip gidiyor. (Ölüm, Yıldızları Gecenin Kabuk Tutmuş Yaraları Sarıyor)
Hayır;
Bir seferinde politika yaşamak değil, değiştirmek isteyenlerin uğraşıdır dediğin için değil.
Seni seviyorum sıramız geldiğinde birlikte hayır diyebileceğimiz için. (Hayır, Seni Seviyorum)
Kaynakça: Gökçenur Ç’nin
“-Ölüm, Yıldızları Gecenin Kabuk Tutmuş Yaraları Sarıyor.
-Hayır, Seni Seviyorum
-Patlıyor Sessizce Gece” şiirleri