“Mevsim Yas” Mehtap Ceyran’ın ilk kitabı. İnsana acı veren sözcüklerle örülü bir roman. “Zaman, hiçbir yarayı iyileştirmiyor, hiçbir suçu temizlemiyor ve hiçbir gerçeği değiştirmiyor” diyen yazar, okuyucuyu iyileşmeyen yaralar ve temizlenemeyen acılarla buluşturur. Kitabın ana teması: bildiğimiz ancak yüzleşmekten korktuğumuz yaraları okuyucuya sunmasıdır. Zamanın ağırlaştırdığı acıları hafifletmek kitabın öznesini oluşturur.
Hastalığa benzeyen aşkları, ölüm korkusuyla sürekli gizlenen yaşamları, varlığını başkasının ilgisinde arayan yalnızlığı, ölümün ve savaşın yok ettiği insanların öyküleri. Batman’ da yaşanmış bir çeyrek yüzyıl. O coğrafyanın petrolü gibi ‘kara’ zamanların, acıların, intiharların ve aşkların hikayelerle iç içe geçtiği büyük bir külliyat.
“Kelimeler olmaksızın hiçbir görüntü olmayacaktı.”[2] “Nedenini bilmediğim bir keder akıyor damarlarımdan. Kalbimin üstünde binlerce bıçak ağzı…”
Ölümün ve savaşın insan üzerindeki etkisine, yaşanıldığı yerde tanıklık eden yalnızlık bütünü. “Suskun kadınlar, yorgun erkekler, şaşkın çocuklar, yalnızlık. Sararmış bir yalnızlık.” Bir anlatıcı, mektup ve bir günlükten oluşan “ötekilerin” “öteki hayatı”, Kırgınlıklar sonucu intihar eden genç kızlar, sarhoş ve sevimsiz babalar. Sevgi duygusunu yitirmiş üvey anneler, kavuşamayan aşıklar, “Hicran’lı” hayatlar, Taha’lar, Fesla’lar, Zehra, Medet, Rohat, Said, Tahsin, Nadire Teyzeler ve daha niceleri. “Kırgınlık” derdi intihar eden her genç kızın ardından Medet’in eniştesi. Sokağımızın kızlarını küstürmüşlerdi. Birer birer öldürüyorlardı kendilerini. Kimse onları görmüyordu. Onlar ise görünür olmak istiyorlardı. Kırıldıklarını herkes, bütün dünya bilsin istiyorlardı. Çok ani ve sertti cevapları. Görünür olmak için kendilerine böyle bir yol bulmuşlardı. Artık genç kızların birbirini intihara sürüklediği bir yerdi burası. Salgın bir hastalığa tutulmuş gibi her genç kız bir diğerinin ardına ilikliyordu ölümü…”
Kırılmış bir coğrafya’da (Batman’da) yaşanan (örtülmeye çalışılan) hayatlar, aile içi şiddet ve psikolojik buhran geçiren genç kadınların intiharı –sanki her intihar bir diğer intihara yol açıyordu, intiharla ilikliyorlardı birbirlerini, intiharla hayata tutunmaya çalışıyorlardı…- Hizbullah katliamları, polis ve devlet telaşı, Devrimci ayaklanmaları, toplu mezarlar, oğlunun kemiklerini Adli Tıp’ta aramaya çalışan Sait ve Sait gibiler… “Tarih yaşandıkça yazılmıyor, yazıldıktan sonra yaşanıyordu. Hayatlarımız, devletin tarif ettiği hikayelerdi.”
Acısını, sevincini, şaşkınlığını, bitlerini, yemeğini kanepesiyle paylaşan Fesla, kapanmaz yaralarını aşk ile doldurmaya çalışanlar “Hayatımda eksik olan hey şeyin yerine onu koymuştum” hüznüyle yoğrulanlar…
“Aşktan çok bir hastalığa benzeyen “ ilişkisinin yaşattığı buhranlar içinde antidepresan ilaçları kullanan Zehra ve içinden çıkılamayan hayatlar…
Hayatındaki iki dili nereye koyacağını bilmeyen genç kadınlar, 37 kişilik bir sınıfta 36 kişiden tokat yemişlerdi. Dil, bazen kementi olur boynuna insanın. Bilmemenin kederiyle sol gözünün üstüne yumruk yiyen küçücük kız. Gözleri taşlarla çevrilmiş bir dizi kör evin sıralandığı bir sokak: ne mahalle, ne cam, ne çerçeve kaldı geriye. Ceset kokan şehirler, hiçbir yarayı iyileştirmeyen zaman, karanlığı ruhunda olan babalar… Ki onlar “Uygarlık tarihinde görülmemiş en büyük yalnızlığı yaşıyorlardı.”
Zehra’ya gelen bir mektup ve Taha’nın kaçırılmasının ardından bulduğu günlüğü “Gideceğim buralardan, çok uzaklara gideceğim, gideceğim, uyuyamıyorum işte. Pencereden şehrin karanlığına bakıyorum. Kulağımda cızırdayan bir radyo. Göğsüme basılmış gibi birazdan ağzımdan fırlayacak sanki ciğerim. Yalnızlık değil bu, hayır hiç değil. Her hissin başka bir adı olmalı. Dünyanın bu kadar kuvvetli ve vahşi, benimse bu kadar küçük ve savunmasız olmamın da bir adı olmalı. Bacaklarım bir karıncanın ki gibi incecik. Bir sivrisinek vızıltısına benziyor belki de sesim. Küçük, yeşil bir yaratık, çirkin, değersiz. Dünyadaki yerim bu…”
Mevsim Yas, Taha’nın içinde bulunduğu psiko-bunalımları, Nasib’in neden “Hicran” diye imza attığını, Sait’in her gün ölümü bekler gibi oğlunun kemiklerini beklediğini, Batman’lı gençlerin dramını, isyanlarını, intihar vakalarını, anarşizmi, devlet politikalarından vb. Bir çok konudan söz etmiştir. “Değersizleştirmek kader değil, bize yöneltilmiş bir suçtu çünkü”…
Yalnızlık… Herkesin istediği biraz yalnızlıktı oysa kalabalık ve ölüm üstlerine üstlerine gelip onları boğuyordu. “Hayat diye algıladığımız şey, en çok insan ruhundaki boşluğa karanlık geliyor. Zamanla genişliyordu bu boşluk. Dolduramıyoruz. Ömrümü, tanıklıklarımı kendime açıklamakla geçirdim. Fakat yoruldum artık, insan olmaktan gelen sınırlı gücümün tükendiğini hissediyorum. Sıyrılmalıyım bu fanusun içinden, çatlatıp kurtulmalıyım.”
Acılarla yoğrulan çeyrek bir asırda Batman, insanın insandan korktuğu ve uzaklaştığı mekandı. “İnsan öyle bir karanlıktır ki, ona ulaşmak neredeyse imkansız. Daha az incinmek için en iyisi yalnızlıktı”
“Ölümü tarif edebilir misin Tahsin? diye sordum. Kafana bir el ateş açarlar ya da dibinde bir bomba patlar. Başka türlüsünü bilmiyorum. Gerisi ise boşluk. Ölümden sonra başka bir hayat var mıdır bilmiyorum. Olmasa daha iyi! Huzura ihtiyacı var hepimizin. En azından ölümden sonra… dedi.
Dünyaya dair hüsran içindeyim.
Bir taraftan Batman ve ötekilerinin öyküsü, diğer taraftan bu çığlığa göz yuman insanlar. Zehra depresyon geçirdi. Taha geri döndü, Fesla intihar etti, Nuri, Zehra’ya aşkını ilan etti, Sait ise tuvalet köşelerinde göz yaşlarına hakim olamadı. “Nasıl başlarsa başlasın insanların sonu hep aynıydı.”
Mevsim Yas, sadece “annenin sokağının çocuklarını” anlatmadı. Tüm sokakların çocuklarına nüksetti. Zaten bu coğrafya da her zaman “Dört Mevsim Yas” olur.
“Her zaman geride kalanlarla yaşar insan. Hayat geride kalanlardan ibarettir. Bununla yaşamayı öğrenecektim ben de…”
[1] Marcel Proust, Swann’ların Tarafı
[2] Charles Dickens, Kasvetli Ev