Yayımlandığı yıl The New York Times, The Economist, NPR gibi dergilerde yılın en iyi kitapları arasında gösterilen, Pulitzer Ödülü Finalisti Tren Düşleri, pek çok otorite tarafından “minyatür bir destan”, “olağanüstü bir roman” olarak anılıyor.
National Book Award 2007 kazananı Denis Johnson, Tren Düşleri’nde 20. yüzyılın başlarında Amerika’da giderek artan köprü ve yol inşaatlarında bulduğu gündelik işlerde çalışan Robert Grainier’ın hikâyesini anlatıyor. Roman, sıradan bir adam olan Grainier’ın hızla değişmeye başlayan dünyaya tanıklığı üzerine kurulu. Amerika’yı baştan başa saran demiryollarına, gelişen teknolojiye, şehirleşmeye başlayan kasabalara, değişen yaşam tarzına, ölümlere, en çok da ölümlere tanıklık bu.
Robert Grainier, 1917 yılının yaz aylarında Idaho Panhandle’da, Spokane Beynelmilel Demiryolları’na ait kumpanya depolarında hırsızlık yaparken yakalanmış ya da en azından böyle itham edilmiş Çinli bir amelenin hayatına kast edilen bir teşebbüse dahil olmuştu.
Demiryolu ekibinden üç kişi hırsızı yakalamış, Moyie Nehri’nin on beş metre üzerinde bulunan inşaat halindeki köprüye doğru kıyıdan yukarı sürüklemişlerdi. Çinlinin ağzından hızlı ve tek düze mırıltılar biteviye dökülüyordu. Adam çuvala tıkılmış bir sansar gibi kıvır kıvır kıvranıyor, boşta olan tek yumruğunu arkaya, kendisini ensesinden yakalamış adama doğru savuruyordu. Bu grup yanından geçerken adamların bitkin düştüklerini gören Grainier, onlara yardım edeyim derken kendisini Çinlinin çıplak ayaklarından birini tutarken buldu. Yüzü ona dönük duran, Spokane Beynelmilel idaresinden Mr. Sears mahkûmu neredeyse beyhude yere koltuk altlarından tutuyor, bir yandan da çabalarının en zor anında dahi, ne dediği anlaşılmayan Çinli dışında bir tek o konuşuyordu: “Ulan, şu tepeye varabilirsek ne olayım!” Onu tepeye kadar taşıyacak mıyız? idi Grainier’ın sual etmek istediği ama nefesini bu boğuşmaya saklamanın daha iyi olacağı kanaatine varmıştı. Sears bir kez gülmüştü, beti benzi yorgunluk ve dehşetle atmış bir halde. Hep beraber toza toprağa yuvarlanmış, tekrar düzelmiş, tekrar yuvarlanmışlardı, Çinli acayip dillerde konuşuyor ve dördünü birden dehşete düşürüyordu, başta ne düşünmüş olurlarsa olsunlar artık adam onlar için bir ölüydü. Onu köprünün iskeletinden aşağı atmaktan başka çare kalmamıştı.
Diğerleriyle bir hizaya geldiler, yani güneş altında durmuş, ellerindeki aletlere dayanarak terlerini silerken onları seyreden bir düzine kadar adamla aynı hizaya. Grainier, kendine inanamayarak Çinlinin nasırlı ayağını zar zor zapt ediyordu, diğer ayağı tutan adam ayağı elinden kaçırıp nefes nefese toprağın üzerine oturdu ve Grainier serbest kalmış bacağı yakalayamadan gözüne bir tekme yedi. “Eğlencesine başlamıştık. Eğlencesine,” dedi toprakta oturan adam, sonra ötedeki suç ortağına, “Haydi Jel Toomis, bırakalım,” dedi. “Bırakamıyorum,” dedi Mr. Toomis denen adam, “Onu ensesinden yakalayan benim!” ve çehresini yalayıp geçen bir kafa karışıklığıyla güldü. “Tamam ben yakaladım!” dedi Grainier, ufak şeytanın her iki ayağına daha da sıkı yapışarak. “Yakaladım piçi, ben sizden yanayım!” İnfazcı grup, nehrin en hızlı yerinin on beş metre üzerindeki köprünün son tamamlanan bölümünün ortasına varmıştı ve Çinliyi aşağıya atmak için ellerinden geleni artlarına koymadılar. Ama o, anlaşılmaz sızlanışları içinde adamların kollarına ve bacaklarına yapışarak hepsinden baskın çıkmıştı, sonra aniden kendini bırakarak tam altındaki kirişi bir eliyle yakaladı. Kendisini tutanları tekmeleyerek onlardan kolaylıkla sıyrıldı, zaten adamlar kendilerini onun tekmelerinden muhafaza etmeye çalışıyorlardı. Sonra da köprünün yan tarafından uçurumun üzerine sallandı ve iskelet halindeki köprüye tutuna tutuna uçurumun geri kalan bölümünü aşmaya başladı. Mr. Toomis’in refikleri de ileri atılmışlar, kirişler üzerinde dengede duruyorlar, adamın parmaklarına ayaklarıyla vuruyorlardı. Çinli, çapraz bağlantılı taşıyıcıda bir kirişten diğerine sirk cambazı gibi geçiyordu. İnşaatta çalışan ekipten birkaçı adamın kaçmasına tezahüratta bulunurken, tam olarak adamın neden kovalandığından emin olamasalar da diğerleri caninin durdurulmasının icap ettiğini haykırıyordu. Mr. Sears kemerindeki kılıftan kocaman, eski bir dört namlulu tabanca çıkarıp ateşledi, dördünü de isabet ettiremedi. O vakte kadar Çinli gözden kaybolmuştu bile.
Tren Düşleri, Denis Johnson, s. 11-13