Geçen, evde kendi çıkardığım bir Paganini varyasyonunu çalıyorum, zil çaldı, komşu teyze kemalpaşa tatlısı getirmiş, bir de dedi ki, “Yavrum biraz yavaş çal, bak Necati amcan rahatsız.” Dedim, “Hayırdır, nesi var?”. Aşk acısındanmış meğer, bir zamanlar İtalyancasını geliştirmek için mektup arkadaşı olduğu Elsa diye İtalyan bir kadın varmış, bizimki sen git ona, yüzünü bile görmediğin kadına sırılsıklam aşık ol. Mektuplara cevap alamayınca da karalar bağla falan. Ama bunları öyle bir kayıtsızlıkla, neşeyle anlatıyor ki, sanırsın hastalık değil şenlik provası. Artık Necati amcanın kardeşi mi, bakıcısı mı bilmiyorum ama komik komşu teyze lafını bitirdi, en son şöyle küçümsercesine boynunu büktü, “Leylâ işte Necati amcan, n’aparsın,” deyip gitti.
Komşuyu gönderip Paganini’ye geri döndüm ama Necati amcanın durumu kafamı kurcaladı biraz. Kalktım şöyle evin içinde bir tur attım, bonzailerle hasbıhal ettim, ortancaları ve kişnişleri suladım ama yok, olmuyor. Teyzenin bıraktığı kemalpaşaya yumuldum sonra, üstüne de buzdolabında özel günler için beklettiğim bir sürahi suyu devirip daireden çıktım.
Bizim sokağın ana caddeye açılan köşesinde bir yorgancı var. Geçerken baktım adama, yere oturmuş, ayakları yorganın altında pıt pıt batırıyor iğneyi, bir an için öyle kalakalmışım nedense. Göz aşinalığımız da var adamla, “Hayırdır birader,” diye seslendi içeriden. Adama ayıp olmasın diye, “Abi yorgan lazım,” dedim. “Gel içeriye,” dedi adam. Girdim. Ben girince hiç istifini bozmadan işine devam etti. Bir an ayakları yok mu acaba adamın diye düşündüm. “Şu masadan telefonumu uzatır mısın sana zahmet?” dedi. Uzattım. Bir yerleri aradı, “Yorgancıya iki çay, biri açık,” deyip kapattı. “Abi,” dedim, “çok sağol ama ben çay içmiyorum.” “Sana söylemedim ki zaten,” dedi yine yerinden hiç doğrulmadan. Sonra tuhaf, tekinsiz bir sessizlik oldu. “Ne yapcan sen yorganı?” diye sordu. “Üstümü örtücem abi,” dedim. “Boşver örtme, hava sıcak zaten” dedi. “Tamam o zaman abi, bana müsade,” deyip çıktım.
Çıktım da nereye gideceğimi bilmiyorum ki. Hava da yorgancının dediği gibi, nasıl müşfik, nasıl güzel. Dolmuş durağına kırdım rotayı. Issız ara sokakların birinde Suriyeli bir genç çıktı karşıma. Türkçeyi ne güzel sökmüş, inanamazsınız. “Abi kusura bakma,” dedi ezile büzüle, “yirmi yedi liraya ihtiyacım var.” Şaşırdım haliyle küsuratlı para istemesine. “Otuz versem olmuyor mu dedim?” Güldü. “Abi,” dedi, “otuz da olur. Fakat kardeşlerim Bursa’da, cebimde 8 lira var. Bursa’ya otobüs bileti 35 lira.”
Nedense inanacağım tuttu Suriyeli çocuğa. Yaşı en fazla on beş-on altı. Giyimi kuşamı düzgün, öyle sokaklarda yatar bir hali yok. Bıyıkları yeni terlemiş, kibar, sevimli bir oğlan. “Ne güzel Türkçe öğrenmişsin,” dedim. “Teşekkür ederim abi, dört yıldır buradayım,” diye cevap verdi. Cebimde birkaç onluk var biliyorum, gerisi arka cepteki cüzdanda. Elimi cebime soktum, onluklardan birini çekip uzattım. “Benden bu kadar arkadaş,” dedim. Aldı parayı, hakîki bir minnettarlık ifadesiyle gözlerime bakarak, “Allah razı olsun abi,” dedi. Sonra o yoluna gitti, ben yoluma, yani dolmuş durağına.
Dolmuşta arka dörtlü boştu, güney-kuzey hesabını acilen yaptım, gidiş yönüne göre sağ tarafın en az güneş alacak nokta olduğunu belirleyip oturdum. Dolmuş, adı üstünde, hemen doldu. Son yolcu olarak benim yaşlarımda bir kadın bindi, tek boş yerin benimle ondan hemen önce binen çam yarmasının arasında olduğunu görüp yüzünü ekşitti, sonra zoraki sıkıştı aramıza. Çam yarması ayaklarını yayarak oturduğu için kadını rahat ettirme misyonunu benim üstlenmem gerekiyordu. Olabildiğince küçüldüm, cama yapıştım. Dolmuş hareket etti. Şişhane’nin oralarda korkunç bir korna sesiyle irkildik. Bizim bıçkın dolmuşçu, sağa çekip korna çalan diğer dolmuşçuyu bekledi. Zaten tıkanık olan trafiği daha da beter etmek pahasına yan yana durup, camlarını açarak birbirleriyle ağız dolusu küfürleştiler. Öyle ki yanımda oturan ekşi suratlı kadın bile kulaklıklarını çıkarıp gelişmeleri takip etme ihtiyacı duydu. Bizim şoförün dolmuştan inip adama dalmasına yanında oturan diğer bıçkın engel olurken, öteki dolmuşçu gaza basıp uçmuştu bile. Ben de fırsattan istifade yanımdaki kadının telefonun ekranına baktım. Spotify’dan dinlediği şeyi ona yakıştıramadım, hayallerim boşa çıktı.
Taksim’de dolmuştan inip derneğe yürüdüm. Derneğe yürürken artık tek tük gördüğümüz sarışın turistlerden biri beni gözüne kestirdi. Yanında da kendisi gibi sarışın bir adam vardı ve ikisi de körkütük sarhoştu. “Pardon,” dedi İngilizce, “İngilizce biliyor musunuz?” Ben de bildiğimi söyledim. “Bizim euro bozdurmamız lazım ama döviz bürolarına güvenmiyoruz. Bize euro bozar mısınız?” diye sordu. Ben haliyle, “Peki ama bana neden güveniyorsunuz?” dedim. Adam arkadaşına dönüp, “Bak,” dedi, “çok güzel soru. Vallahi çok güzel soru!”
Öğle saatlerinde içmeye başlayanların ikindiye doğru, ancak yarım saatle bir saat arası tadını çıkarabildikleri o neşe ve vurdumduymazlık atağının tam zirvesindeydiler, gıpta etmedim değil. Adamın kendisi gibi sarışın olan arkadaşı, “Evet,” dedi, “haklı. Ona güvenmemiz için hiçbir neden yok.” Sonra nereden icap ettiyse kontra soruyla devam ettim ben: “Peki ama döviz bürolarına neden güvenmiyorsunuz?” Uzun hikâye, kurun standart olduğunu sanıp ceplerindeki büyük cukkayı havalimanında bozdurmuşlar, şehre inince kazıklandıklarını anlamışlar ve paraları da sınırlıymış. Nereli olduklarını sordum, “Hollandalıyız,” dediler. Ne iş yaptıklarını sordum, “Boyacıyız,” dediler. Hoşuma gitti o sersem sepelek halleri, “Gelin,” dedim, “birlikte girelim döviz bürosuna, ben buralı olduğum için sizi kazıklayamazlar.” Bu teklif çok hoşlarına gitti. En yakındaki döviz bürosuna yürüyüp, 50 euro bozdurduk. Havalimanındaki kurla kıyaslayıp çok memnun kaldılar bu alışverişten, dediler, “Biz illa ki sana bir bira ısmarlamak istiyoruz.” Dedim ki, “Ben bira içmiyorum, teşekkür ederim.” Mahcup oldular niyeyse. Sarışının arkadaşı, “Dindar olduğunuz için mi?” dedi. “Yok,” dedim, “cins olduğum için!” Buna ikisi de çok güldüler. Zaten ne desem güleceklerdi. “O zaman,” dedi sarışın, “viski içelim!” Bu sefer ben de güldüm. “Yok,” dedim, “gerçekten, gitmem gereken bir yer var. Teşekkür ederim.” Böylece vedalaştık Hollanda’nın en şen boyacılarıyla, onlar yoluna gitti, ben de yoluma.
Dernekte çok tanıdığım var ama o gün asıl ihtiyacım olan arkadaşımı orada görünce sevindim. Selam sabahın akabinde, “Senin,” dedim, “hani sahaf bir arkadaşın vardı?” Arkadaşım, “Ha evet,” dedi bütün kuntluğuyla, “var.”
“Onu,” dedim arayıp, “elinde İtalyanca bir şeyler var mı diye sorabilir miyiz?” Arkadaşım kaba ve bodoslama konuşan bir adam olabilir ama saçma sapan sorularla başımı ağrıtmadığı için de severim onu. “Neden?” diye üstüme gelmek yerine, “Soralım,” deyip telefona sarıldı hemen. “Birkaç bir şey var dipte köşede,” cevabını alınca dernekten çıkıp pasajdaki sahafın yolunu tuttuk hemen. Yol boyunca pek konuşmadık. Arkadaşım sadece bir ara, “Çağıl Amerika’ya gidiyormuş, burs almış,” dedi. Ben de, “Hayırlı olsun be abi, iyi olmuş onun adına,” dedim. Arkadaşım ‘laf mı şimdi bu’ dercesine bana bakıp, “He canım hayırlı olsun, Çağıl gibi yeteneksize burs veren Amerika seni siktir edip dursun,” dedi. Kafiye ikimizin de hoşuna gitti, ama konu ciddi olduğu için gülmedik.
Sahaf İsmet bizi çok iyi karşıladı. Hemen bize sormadan üç çay söyledi ortalıkta koşuşturan çay ocağı garsonuna. “Abi teşekkür ederim, ben çay içmiyorum,” dedim. “Ben zaten sana söylemedim,” deyip güldü. Ben gülmeyince, arkadaşım devreye girip, “Ben içerim İsmet, ziyanı yok,” dedi. Sahaf sonra tozlu raflardan birini deşeleyip birkaç İtalyanca kitap koydu önüme. Baktım, Decameron’un yeni ve kapağı korkunç görünen bir baskısı haricinde bildiğim hiçbir şey yok. Sahaf suratımı görünce, “Bir saniye,” dedi, küçücük görünmesine rağmen arkaya doğru tünel gibi uzayan dükkânın derinliklerine indi ve incecik bir kitapla çıkageldi. Yüzüm güldü birdenbire. Kapakta Jep Gambardella el sallıyordu, üstünde yürek yakan kırmızı ceketi, ağzında cigarası, yanında çırılçıplak bir kadın. O sırada çaylar geldi. Sahafla arkadaşım muhabbete daldılar. Kitabı alıp şöyle bir bakındım. Filmin en sevdiğim sahnelerinden birini buldum, içimden ama yüksek sesle okudum, hiç İtalyanca bilmeden:
Ero destinato alla sensibilità. Ero destinato a diventare uno scrittore. Ero destinato a diventare Jep Gambardella.
“Kaç para bu?” dedim Sahaf İsmet’e. “Al senin olsun,” dedi. “Yok yahu,” dedim, “ olur mu öyle şey? Söyle bir şey vereyim.” Sahaf o zaman arkadaşıma döndü, “Kaç para versin?” dedi. Arkadaşım da her zamanki domuz suratıyla bana bakıp, “At oğlum on lira işte,” dedi. Cepteki onluklardan birini daha çıkardım, tezgâha koydum, Sahaf İsmet teşekkür etti, parayı cebine attı. Arkadaşıma ne yapacağını sordum günün geri kalanında, İsmet abisiyle biraz daha oturacaklarmış. Müsade isteyip çıktım. Gerisin geri dolmuş durağına, gerisin geri mahalleye, sonra börekçiye, su böreği yarım kilo paket, ama adam yiyebilir mi ki su böreğini hastaymış falan, yiyemezse diye yarım kilo da kuru pasta, o da paket, cepteki son onluklara da elveda, apartmanın yolunu tuttum.
Necati amcanın kapısını çaldım. Kim olduğunu bilmediğim komik teyze açtı yine. Necati amca uyuyormuş. İçinde börek ve kuru pasta kutusunun olduğu poşeti uzatım teyzeye, “Amcam kusuruma bakmasın,” dedim, “kafasını şişirdiysem, acil şifalar dilerim kendisine.” Teyze, “Aman be oğlum,” dedi, “ne kusuruna bakacak amcan, çok teşekkür ederiz.” Sonra kitabı uzattım, “Bu da,” dedim, “benim çok sevdiğim bir İtalyanca filmin senaryosu, Necati amcaya iletirseniz çok sevinirim.” Teyze baş salladı, kitabı aldı. Yine o komik haliyle bana bakıp, “Filmin adı ne?” diye sordu. “Büyük Güzellik teyze,” dedim. “Ne güzelmiş,” dedi. “Evet,” dedim, “çok güzel bir isim.”
Ben olsam, Necati amcayı kitaptaki kadına aşık ederdim.Sonra onunla arkadaşlık kurar
Ve bu aşk üzerine yazardım yazardım yazardım…😊