“Aşk Bilirkişisi”, “Tengizek Destanı’nın Okunabilen Kısmı” ve “Rıfat Ilgaz-Bir Yeryüzü Ozanı” kitapları ile tanıdığımız Deniz Dengiz Şimşek’in İndie Yayınları’ndan çıkan son kitabı “Boş Parantez” kısa bir süre önce okuyucusuyla buluştu. Yazarımız ile “Boş Parantez” üzerine gerçekleştirdiğimiz bu keyifli söyleşide romanın yazılma serüveninden ceplerimizde taşıdığımız boş parantezlere varana dek pek çok konuya değindik. Keyifli okumalar…
Postmodern bir metin olan Boş Parantez, İhsa.’nın (Yoksa Sabri mi desem?) iç dünyasını mektuplar aracılığı ile bize aktarırken, yaşadığı apartmandaki komşularının da katkısıyla düşünceleri ve hayata bakışı hakkında fikir sahibi olmamızı sağlıyor. İhsa. her birimizden bir parça taşıyor aslında. O da hepimiz gibi bu dünyaya sıkışmış ve çıkış yolunu edebiyatta bulmuş. Peki, bu karakter nasıl doğdu?
İsmine ne derseniz deyin bu kişi sanırım benimle birlikte doğdu. Yaşamım boyunca içimde taşıdığım bir karakterdi ve artık benden kurtuldu. Aynaya ne zaman baksam onu görüyordum. Kötülüklerden, bütün olumsuzluklara rağmen halinden memnun olanlardan rahatsızlık duyan bir karakter taşıyordum içimde. Sokağa, iş yerime, evime; nereye baksam o vardı. Yazdım da kurtuldum.
Boş Parantez’de, gerçek isminden dahi çekinen, yalnız bir kahramanın üzerinden bilinçli bir belirsizlik yaratılıyor; tıpkı hayatlarımızın belirsizliği gibi. Bugün şartların da bir getirisi olarak kaygılar ve bilinmezliklerle birlikte yaşıyoruz. Boşlukları doldurmaya çalışıyor, gerçeklere katlanmamıza yardım eden alanlar açıyoruz kendimize. Bilinmezlerden nasıl bilinir bir dünya kurabiliriz derdindeyiz belki de. Boş Parantez’de de durum farklı değil. Bu konuda sen neler söylersin?
Bilinmezlik, roman kişisinin evreni olmuş durumda tıpkı ülkemizde olduğu gibi. Sabah kalktığında işinden olup olmayacağını bilemeyen insanlarımız, dün kahraman dediğine bugün hain diyen, dün hain dediklerine bugün kahraman diyen bir atmosferde yaşayan insancıklara dönüştü. İktidarın belirsizliği, yasaların belirsizliği bireylere yansıyor. Aynı haberi bir medya örgütü övgüyle diğeri yergiyle veriyor. Bilinçli bir belirsizlik oluşturulmuş bir yaşantıda çalkalanıyoruz. Boş Parantez bu durumun hem farkındalığını hem de isyanını dile getiriyor; bunu yaparken de benzer kanıtları kullanıyor. Belirsizliği yaşam biçimine dönüştürülmüş bir birey üzerinden yine belirsizlikleri eleştiriyor.
Satır aralarına serpiştirilen ustaca göndermeler, yer yer mizahi anlatımlarla çıkıyor karşımıza. Toplum ve düzen eleştirisinin edebi metnin içindeki rolü sence nasıl olmalıdır?
Bunun çok güzel örnekleri raflarda ve okur belleğimizde hayli var. Ömer Seyfettin’in ‘Yağmur Suyu’, Sabahattin Ali’nin ‘Sırça Köşk’, Çehov’un ‘Generalin Köpeği’ öykülerini hatırlayalım, dersem ne demek istediğimiz anlaşılır. Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Sabahattin Ali, Muzaffer İzgü gibi isimlerin yazdıklarını hatırladığımızda da sorunun cevabını buluruz. Eleştirinin metnin içinde bir role sahip olmadığını düşünüyorum, metin hiçbir şeyi eleştirmiyor aslında, hal-i pür melâlimizi ortaya seriyor, eleştiri okurun zihninde oluşuyor, umarım bunu başarmışımdır.
İhsa.’nın kedisi Bekir, Hidayet amca, Hakkı Efendi ve Musibako… Bu karakterlerin her biri romanda birer temsil görevi üstleniyor ancak ben en çok İhsa.’nın yalnızlığının patlama noktası, arayışının sembolü olan İnci’den ve F. Hanım’dan etkilendim. Bu iki isim düşlenenle gerçekte var olanın bir karşılaştırmasını yapıyor sanki bizlere. Bu karşılaştırmadan yola çıkacak olursak düşlerimizi gerçekleştirmede edebiyat nasıl bir yol haritası sunar bize sence?
Çıkarsamana kısmen katılıyorum, İnci gerçek bir tutku, düşlenen, özlenen, yaşanmak istenen kim bilir belki de bir yok ülke; F Hanım ise sıradanlığın temsili diye düşünüyorum. Aslında roman kişimiz, sıradanlığın cazibesinden kurtulmak isteyen; gerçek tutkusundan vazgeçmeyen ama sıradanlıkla boğuşan birisi olabilir. Edebiyat bir yol haritası çizmiyor, sadece bize çizilen yol haritasına itiraz ediyor ve edebiyatla bir düş kuruyoruz aslında.
“Boş Parantez” bir anlamda metinler arası bir metin. Çehov, Marquez gibi pek çok yazara selam yolluyor ancak Dostoyevski’nin ‘İnsancıklar’ına gelindiğinde, aslında kendisi de bir ‘insancık’ olan kahramanımız bu kez romanın içine girmek, müdahale etmek isteğiyle oturup ona başka bir son yazıyor. Bu bölümün yazım sürecini anlatabilir misin biraz?
Pastişe bulaşmak aslında çok riskli. Bu gerçek profesyonel dokunuşlar isteyen bir alan. Denemek istedim, suya girmeliyim ki ne kadar yüzme biliyorum; bunu görmek istedim. Ayrıca, bu metni Roman Kahramanları Dergisi’nin Okurun Roman Kahramanları adlı bölümü için yazmıştım. Sonra geldi roman kişimin zihnine girdi. Çok keyifliydi yazım süreci, bir romana müdahale ediyordum, Dostoyevski’nin zihnine girmeye çalıştım, bir nevi elinden kalemi almak istedim. Ama Dostoyevski İnsancıklar’ı yazmasaydı bu bölüm olmayacaktı; belki Boş Parantez de olmayacaktı.
Peki, Dostoyevski’ye bir mesaj yollamak isteseydin bu ne olurdu?
Beni affet!
“Her ne kadar kâğıt üzerinde parmaklarımla gezinmek güzel olsa da okumanın yerini tutacak bir şey bulamadım henüz.” Sf.7
Boş Parantez’den alıntıladığım bu cümle okumanın değerini ne de güzel vurguluyor. Günümüz insanının giderek yalnızlaşan yaşamında okumanın yeri nerede sence ya da nerede olmalı?
Okuduğumuzu anlayana kadar, derdimizi dile getirmeyi başarana, bütün seviyesiz tartışmalara, hukuk adı altında yapılan hukuksuzluklara, ömrümüzden, cebimizden, geleceğimizden, elimizden çalanlara ‘yeter artık!’ demeyi öğrenene kadar okumalıyız. Ayrıca yaşadığımız çağı, gözümüzün önünde olup bitenlerin gözümüzün önünde olmayan ama oldu- bittilerin birer sonucu olduğunu görmediğimiz sürece okumak da işe yaramayacak. Çünkü, -Boş Parantez’den alıntı yapayım- “Başımızı iki kapak arasından kaldırdığımızda belki her şey için çok geç olacak.” Yine de yalnızlık kitapla taçlandırılmak isteniyorsa bilmeliyiz ki okumak bizi tahtımızda rahat oturtturmayacak. Okumasız bir yalnızlık, küreksiz kayıkla denize açılmaya benzer.
Hepimiz ceplerimizde boş parantezler taşıyoruz. Nasıl ve nelerle doldurduğumuz yaşamlarımızı belirliyor belki de. Peki, bu roman okurun ceplerindeki boş parantezlerin doldurulmasına nasıl bir katkı sunacak?
Ben bu romanda, öykülerine göre kaleminde daha büyük ölçüde bir özgürlük hissettim. Belki de bu sayede karakterin iç dünyası ve kargaşası bu kadar iyi yansıyor. Sen neler söylersin bu konuda?
Uzun soluklu bir metin benim için daha çok imkânlara sahip; bu yüzden olabilir. Neyi nasıl anlatacağıma karar verişimle ilgili biraz da. Daha kısa metinler bence özgürlüğü kor, uzun metinler ise rüzgâr gibi taşıyor bünyesinde. Bence ikisi de muhteşem. Bazen yakmak bazen yıkmak istiyorsun.
Eugene Ionesco “Yazar ve Sorunları” başlıklı yazısında, yazarlara sorulan “Niçin yazıyorsunuz?” sorusuna “Sizin bilmeniz gerek” diye yanıt verebileceğinden bahseder ve “…çünkü yazdıklarımızı siz okuyorsunuz…” diye devam eder. Bu cevaptan hareketle; bir yazar okurları tarafından anlaşılmak için mi yazar?
Ionesco, burada sanırım yazarın derdinin anlaşılmasını istiyor. Bence bu sorunun en güzel cevabı Ray Bradbury’den geliyor: “Yazıyorum, çünkü neler düşündüğümü görmek istiyorum.” Onca cevaplar içinde en çok sevdiğim cevap budur. Bir de Reşat Nuri Güntekin’in Akşam Güneşi romanı geliyor aklıma. Nazmi Bey, Jülide’ye “Niçin buradasın?” diye sorduğunda Jülide’nin, “Havuzdaki balıklara “niçin buradasınız” diye sual sormak, onların da dili olup “havuzda olmayalım da nerede olalım?”… diye cevap verseler acaba ne deriz enişte?” şeklinde verdiği yanıt geliyor aklıma. Bir balığa neden yüzüyorsunuz demekle bir yazara neden yazıyorsunuz demek benziyor sanki. İnsanlığa karşı duyarlılığınız ve anlatmak istediğiniz bir öykünüz varsa yazmanız için iyi bir sebeptir. Yine Boş Parantez’den alıntı yaparak kendi cevabımı vereyim: “Ne söyleyeceğimi bilmediğim için yazıyorum.” Keşfedilmek ya da anlaşılmak değil derdim. Anlatmak istiyorum o kadar.
Son olarak, okuyucularına neler söylemek istersin?
İyi ki varsınız.