Metnin meselesine dönecek olursak, temel izlekleri anne olmak, bir annenin çocuğu olmak, doğmak ve ölmek, görmek ve görülmek, bilmek ve bilinmek olarak ifade edebiliriz… Anlatıcının hem büyüyüp serpilen ve git gide kendi benliğini bulan çocuğuna hem de karnında taşıdığı bebeğe dair beslediği hisler yoğunlukla ele alınmış. Zaman sarkacının her salınımı, anlatıcıyı bir kendi çocukluğuna bir yakın geçmişine, bir de birlikte olduğu Johannes’le olan ilişkisine dair düşüncelere savuruyor. Bu süreçte katman katman açımlanıyor hikâye. Oradan, psikanalist anneannesinin yanında geçirdiği yaz tatillerinin uzun fakat sımsıcak hatıralarına uzanıyor…
Johannes sevgi dolu, görece iyi bir eş. Fakat bir insanla kurulacak en büyük yakınlık bile, bazen araya setler çekip dikenli çitler örebiliyor. Johannes için cevap belli: “Bir çocuk sahibi olacağız ve sonrası kendiliğinden gelecek.” Ancak kadın için işler bu kadar kolay değil. Yazar Jessie Greengrass, Bakış’la tüm bu parçaları ustalıkla bir araya getiriyor. Zarif, şiddetli, zekice bir keşif vaat ediyor.
Karnında yepyeni bir hayat taşıyan anlatıcının, annesinin ölümüyle hesaplaştığı bölümler ayrıca etkileyici. Hayatlarımızın en temel iki olgusu olan doğumu ve ölümü bir potada eriten yazar, böylece okurunu varoluşsal bir sorgulamaya davet ediyor. Üstelik merhametle yapıyor bunu; her satırda nefes aldırarak, kendi değer yargılarını dayatmadan ve okura durup düşünmesi için imkân tanıyarak.
En zorlu hatıralar hep anneyle başlıyor, anneyle son buluyor. Anlatıcı, annesinin kaçınılmaz sona yürüyen hastalık süreçlerini, hastane hatıralarını sanki bugün yaşanıyor gibi canlı, parlak bir görüntü sağanağı biçiminde anımsıyor. Başlarda yalnızca ev işlerine yardıma ihtiyaç duyuyor anne; yemek, temizlik, market alışverişi gibi işleri yapacak ve hastaneye giderken yanında kendisine eşlik edecek, kötü haberler açıklanırken sıcak odada oturup onunla birlikte pencereden dışarı bakacak birini istiyor. Zamanla anne için pek çok şey giderek imkânsız hâle gelirken; hayatlar bükülerek, katlanarak, büzülerek, birbirine dolanıyor. Aileden geriye kalan son şeyi de kaybetmenin mutlak doğası, kendini yaşama kabul ettiriyor. Annenin ölümü, bir zamanlar “bir annenin kızı” olduğunuz gerçeğini unutturmuyor. Zaman acıyı azaltıyor; fakat kaybı katlıyor.
Hayat, bir sihirbazın illüzyonunun sırrını ortaya dökmesi gibi, yaş aldıkça ele veriyor kendini. İnce duvarlardan komşuların hayatları sızıyor: Konuşmaları, izledikleri televizyon programları, pişirdikleri yemeklerin kokuları… Durmaksızın akan bir hayatın orta yerindeyiz, bunu hatırlatıyor yazar. Yeni yaşamı, ölümle tümden yerle bir olmuş bölük pörçük temellerin üzerine kurmak inşa etmeye yazgılıyız, böyle diyor…
Yasın bile yerleşmek istemediği o boşlukları doldurmak zorundayız. Okumak, bunun için iyi bir yöntem; Bakış, iyi bir rehber.