Sevgili Serkan Türk, kitabımdan seçeceğim bir öykümün “hikâyesini” anlatmamı istediğinde, çocukluk hatıralarımla da kısmen kesişen Milenyum’a Girince Uyandı Babaannem adlı öykümde karar kıldım.
Doksanlı yılları “kaliteli pop müzik”le ve birkaç kült TRT dizisiyle işaretleyip biteviye geçtik, üstüne yeterince eğilmedik gibi geliyor bana. Böyle olunca da bir neslin çocukluk yaşantısına dair tüm hatıralar önemsizleşiyor, bütün izler kayboluyor sanki. Bu yazıda, mümkün mertebe, “apolitik” Y kuşağının büyüme hikâyesini anlatayım istedim. Tabii kendi hatıralarımdan ve söz konusu öykümden hareketle. Neticede, öykü karakterim de tıpkı benim gibi Y kuşağı mensubu. Bizim hikâyemiz, biraz da kuşağımızın hikâyesi.
O yüzden, takvimin yapraklarını biraz geriye çevirmek isterim. Doğup büyüdüğüm kentin doksanlı yıllara ait görüntüleri de eşlik etsin okura. Gerçekle kurguyu ayıran çizgi silikleşsin böylece…
Doksanların başı… Bugünlerde iş güç sahibi olmuş hatta çoluk çocuğa karışmış Y kuşağının önünde uzun, akıbeti belirsiz bir gelecek var henüz. Şimdilik gamsız, tasasız yıllar. Büyükler sigara içiyor. Susurluk’ dumanı, uzun Maltepe’ninkine karışıp evlerin odalarını dolduruyor. Anneler ve babalar ışıkları bir açıp bir söndürüyor; biz yapsak kızarlar hâlbuki. Babalar vardiyalı çalışıyor; Yalan Rüzgârı’nın Victor’unu babamızdan daha sık görüyoruz. Bir banka, dolarımıza %12,5 faiz vermek istiyor. Memleketçe köşeyi dönüyoruz. Bir parça muz yesek sınıf atlıyoruz. Dedim ya, tasasız yıllar… Bir kadın, sesi öyle güzel, “Bir pazar sabahıydı…” diye başlayan bir şarkı söylüyor. Uğurlar olsun, Y kuşağı “apolitik” büyüyor.
Fotoğraf 1: Lüleburgaz, İstanbul Caddesi.
Y kuşağı, toprağı bereketli patos sarmaşığı gibi büyüyor. Binalar üst üste yükseldikçe, iri yapraklı bitkiler sokak boylarından evlerin salonlarına, balkonlarına alınıyor. Ocak veya şubat ayındaysak şayet memleket ucuz, nemli ve düşük kalorili kömür kokuyor. Küfür gibi ama lacivert kömür torbalarından sıklıkla taş, toprak çıkıyor. Annemizin sırtımıza geçirdiği el örgüsü kazaklar, yelekler ve hırkalar şimdilik iş görüyor. Bir kelime –zede eki almışsa, ya banka önlerinde öfkeli insan kalabalığı birikiyor ya da bir yerlerde deprem çadırları kuruluyor. Bazı müteahhitler kendilerine dünya haritasından ülke beğeniyor. On yedi bin dört yüz seksen rakamıyla işlem yapabilecek matematiğimiz olmadığından henüz, durumun vahametine aklımız ermiyor. Fabrikalarına bahar geliyor memleketin, personel servislerine umut doğuyor. Kadını, erkeği fabrika işçisi olunca kentlere sendika çabuk giriyor. Babalar grev çadırını terk etmiyor; Levent Kırca’yı babamızdan daha sık görüyoruz. Sınıfta bir arkadaşımız var, çok güzel Bülent Ecevit taklidi yapıyor. Çok gülüyoruz.
Fotoğraf 2: Lüleburgaz, İstanbul Caddesi.
Böyle böyle büyüyoruz, zamandan bile hızlı akıyoruz. Takvimler yetişemiyor bize. Belki de bu yüzden, sabırla beklediğimiz Milenyum, hemencecik geride kalıyor. Babaannemizi ziyarete uçan arabayla gideceğimize dair tahayyülümüz çözülmüş. Teknoloji, meğer bizim otomobillere bir çift kanat takıp uçuracak kadar cevval bir kardeşimiz değilmiş. Milenyum’a girsek bile arabaların torpido gözünde hâlâ Ahmet Kaya kasetleri duruyor. İşitmiyor değiliz büyüklerden; bir Hayata Dönüş lafıdır gidiyor. Popescu’nun penaltı golüyle, bir kuşak Galatasaraylı oluyor. Yüz kişiden yedi virgül yirmi beşi gönülden inansa da mazot hiçbir zaman bir lira olmuyor. Sınıfta bir arkadaşımız var –evet aynı arkadaş, beyaz gömleğinin kollarını dirseğine kadar kıvırıp çok güzel Cem Uzan taklidi yapıyor. Çok gülüyoruz.
Fotoğraf 3: Lüleburgaz Lisesi
Y kuşağı alabildiğine “apolitik” büyürken, adını sanını hiç duymadığımız tuhaf bıyıklı birtakım adamlar, memleketin yeni sahibi oluyorlar. Annemiz, babamız ve ülkenin yarısı, serin bir kasım akşamı, ellerinde mandalina kabuklarıyla gözlerini ekrana dikip öylece kalakalıyor. Anadolu’nun bağrından kıyılara yayılan sarılık, narenciye sarısına pek benzemiyor. Bunun şaka olmadığı anlaşılınca, bir ürperti başlıyor… Bir gazete, “Tehlikenin Farkında mısınız?” diye sorup ürperen yerlerimizi kaşıyor.
Metropolün, caddenin, gün ışığının ve ocak ayının orta yerinde bir güvercini vuruyorlar. Babamız emekli olmuş; ama yeni başbakanı babamızdan sık görüyoruz. Çünkü yeni başbakan her yere, her şeye, herkese yetişiyor. Her şeyin en iyisini o biliyor. Sendikacılık bitiyor. Artık büyükler sokağa çıkmaya korkuyorlar. 1 Mayıs’lar tatil, Taksim’ler yasak oluyor. Şu bizim arkadaşı imam hatip lisesine gönderiyor ailesi; arkadaş dört yıl boyunca dindar öğrenci taklidi yapmak zorunda kalıyor. Kimse gülmüyor.
Fotoğraf 4: Lüleburgaz (eski) Hükümet Konağı bahçesinde bulunan Tarihi Zindan Baba Türbesi
Öykümdeki çocukla beraber Y kuşağı da apolitik apolitik büyüyor böyle. Bir tür esarete büyüyor fakat. Manevra alanı daralıyor büyüdükçe. Büyüklerin üç kuruş asgari ücret için her şeyi unutmaya hazır olduğu bir çağda, “apolitik” Y kuşağı, top oynadığı sokakları hatırlıyor. Bir haziran günü, “son mahalle çocukları”, sökülen bir ağacın köklerine sımsıkı tutunuyor. “Mazisi aceleye getirilen” Y kuşağı, yarının çocuğuna koca bir deneyimi armağan bırakıyor. Dilerim sahip çıkılsın.
Aynı çocukluğu paylaştığım herkese ve elbette babaanneme sevgiyle…
Fotoğraf 5: Lüleburgaz, Çiftlikköy, babaannem ve bahçesi, 2019.
Fotoğraf 1-2-4: www.trakyanet.com
Fotoğraf 3: tarihteburgaz.blogspot.com
Fotoğraf 5: Deniz Poyraz