Romanın isminden başlamak gerekirse İstanbul’dan Kars’a, Kars’tan Delhi’ye ve tekrar İstanbul’a yapılan uzunca bir yolculuğun içinde buluyoruz, kendimizi. Üç bölüme ayrılan romanın birinci bölümü sevdiği kız Eylül’ün intiharı ile “ Hayat, ben ve diğerleri arasında gerilmiş bir iptir ve ben bu ipte yürümeyi pek beceremem” diyen Bünyamin’in etrafından, hayatından, herkesten en çok da kendi ile yüzleşmekten kaçmak için hiç ama hiç bilmediği Kars’a yerleşmesi anlatılıyor. Kendisine kurduğu yalnız ve küçük yaşamında romanını yazmayı hedeflerken Bünyamin’in yolu Kars’ın en ücra köşelerinden birinde Besti Kadın ile kesişiyor ve böylelikle Bünyamin’e farklı bir diyarın kapıları açılıp romanın ikinci bölümü başlıyor.
Yazar bu bölüme “Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; pireler berber, develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken…” diye başlasaydı daha iyi olurdu. Zira ikinci bölümde roman türü ile masal türü birbirinin içine geçmiş durumda. Yazar bu durumun kendisi de farkında olacak ki sayfa 240’ta şu cümleleri kurmuş. ” Zaten masallarda olmasaydı gerçekte de olmazdı ki… Zihnimizde hazır halde bulunan hikâyeler, resimler, olaylar, şarkılar vardır. Daha evvel karşılaşmadığımız bir durumda muhatap olduğumuzda farkında olmadan bu şeylere müracaat ederiz ve sonrasında o hikâyelerdeki kahramanları, o minyatürlerdeki sahneleri taklit ederiz.” bu cümleden yola çıkarak roman tam masal tadında dediğim an, yazar öyle didaktik cümleler kuruyor ki okuyucuyu da ( şahsen beni ) eserin türü bakımından ikileme düşürüyor. Bu durumu çok sevdim mi? Sevmedim. İkinci bölüm demişken Bünyamin’i bu bölümde hepten unutuyoruz. Zira gözlerimiz Bünyamin’i arasa da son bölüme kadar bir daha Bünyamin karşımıza çıkmıyor. Bu defa karşımıza Hindistan Şahı’nın eski vezirinin oğlu İlimkâr Gülbadem ile yol arkadaşı canı ciğeri namı değer Şekerbaz lakaplı bülbülü Zencefil ile tanışıyoruz. Bu iki kafadarın Delhi’den İstanbul’a yolculuğu ve başından geçenler anlatılıyor. Unutmadan bir de Fülfül’ümüz var. (Zencefil’in kara sevdası, unutamadığı aşkı. )İstanbul’a gelen bu edi ile büdü, Sunullah Efendi’nin yanında yaşamaya başlıyor. Sunullah Efendi ile birlikte Gülbadem, Sultan için “Ebabil” adını verdiği savaş aletini yapmaya çalışıyorlar. Ancak İstanbul’u saran gizli bir yapılanmanın içinde kaldıklarından istediklerini yapmaları pek de kolay olmuyor. Tüm bunlar yaşanırken Sunullah Efendi’nin öldürülmesi, İstanbul’daki düzen bozukluğunun giderek daha da tehlikeli hala gelmesi, Gülbadem’in sevdiği kız İpek Böceği’nin birden bire ortadan kaybolması, Ruhanedeki Ruhsar’ın on üç rengin gizemi ile ilgili herkesten gizlediği çalışması, zaman yolculuğunun yapılıp yapılamaması gibi birçok sorunun cevabını bulmaya çalışan iki kafadarın yaşadıkları ile romanın ikinci bölümü devam ediyor. Bu bölümde en çok keyif aldığım, beni tebessüm ettiren şey Gülbadem ile Zencefil’in diyalogları oldu. Delhi’den İstanbul’a gelirken aralarında bu kadar güçlü bir iletişimin olacağını kendilerinin bile fark ettiğini zannetmiyorum.
Romanın son bölümüne geldiğimizde ise Bünyamin, Besti Kadın’ın aracılığıyla Zencefil ile tanışıyor. Ve tüm sırlar çözülüyor. Zencefil ile Fülfül mutlu sona ulaşıyor.
Romanın bir edebiyat mezunu yazarın elinden çıktığı neredeyse her sayfasında kendini hissettirmiş. Divan edebiyatındaki “Aşk” anlayışı, gerek beyitlerle gerekse tasvirlerle desteklenmiş. Sadece bu kadar da değil halk edebiyatı, tasavvuf edebiyatı izlenimleri olduğu kadar fantastik bir roman/hikâye örneği çizilmeye çalışarak Batı edebiyatı izlenimleri de mevcut. Sürükleyici ve eğlenceli olması romanın bir çırpıda okunmasını sağlıyor.