Asfaltı yıpranmış, yer yer toprak çıkmış da yeşillenmiş, gecekonduların ve küçük bahçelerinin, yeni yeni yükselmiş apartmanların yer aldığı eski bir mahalledeydi evimiz.
Yandaki apartmandan komşu teyze annemi davet etmişti çaya, annem de kız kardeşimi ve beni alıp gitmişti. Komşu teyzenin hiç sevmediğim bir kızı vardı. Bütün oyuncaklarını odasının ortasına döküyordu ama dokunmamıza hiç izin vermiyordu. Hem onun odası vardı, oyuncaklar önemli değildi ki. Üstelik kardeşim ve ben çikolata kağıtlarından, gazoz kapaklarından ve çamurdan çok daha güzel oyuncaklar yapıyorduk. Bir süre sonra sıkılıp, ilk defa gördüğümüz balkona çıkmak için annemden izin aldık. Annem incecik yay gibi kaşlarının altında kocaman duran gözlerini iki kere yana devirdi. Komşu teyze “Ay balkonda salıncak da var rahat bıraksana baksın çocuklar.” deyince yarışarak gittik küçük balkona. Bizim bahçemizde salıncağımız vardı var olmasına ama balkon nedir hiç bilmiyorduk. Bir şeye benzediği yoktu balkonun; boya kutuları, kovalar, süpürge ve bezler vardı bir köşede, üstelik bizim evlerin çatılarından başka bir şey de görünmüyordu. Kardeşim salıncağa bir prenses edasıyla kuruldu. Bana onu sallamaktan başka seçenek kalmadı. Öyle hızlanmıştık ki prensesin koca gökyüzünü kucaklayabilirmiş gibi açtığı kolları bir kova yağlı boyayı devirdi. Ben hemen kovayı kaldırıp, kapağını kapattım, oradaki bezlerle de bir güzel silmeye başladım. Ben sildikçe balkon, annemin kesilen sütlerden yaptığı peynirlerin altındaki suya benzedi. Prensesin bir yandan akıttığı gözyaşları, bir yandan da korkudan kaçırdığı çişi de boyayı iyice sulandırmıştı. Balkonun böyle temizlenmeyeceğini anlayınca ellerimi, yıkayayım diye boyumun bir türlü yetişmediği mutfak musluğuna uzattım. Ben yıkadıkça yağlıboya dirseklerime kadar bulaştı. Tam bu sırada annem seslendi:
-Yazgülü ne diye ağlıyorsun sen?
-Salaksın kızım sen.
-Sensin salak!
-Sus sessiz ol yakalanacağız.
-Bana ne yaaaa!
-Hiiii geberme emi sen!
-Anne vallahi ben yapmadım, bu salak yaptı.
-Ben salak değilim bi kerem!
-Kız bu kollarının hali ne böyle? Eyvah eyvah balkona bak! Bak kardeşini de nasıl korkuttuysan çocukcağız altına kaçırmış.
-Onun yüzünden oldu anne, ondan altına kaçırdı. Hem de annecim vallahi temizlemek istedim, yemin ederim.
-Ben şimdi sana temizlemeyi gösteririm!
-Anne be bulamadım ya o keçiyi, yer yarıldı da içine girdi sanki.
-Ne var ma bu ka kızacak şuncacık bebeye?
-Anne kadının evini batırdı, hadi onu geçtim yağlıboya kaç para sen biliyor musun?
-Al ma rahat bırak benim Şefika’mı.
-Of anne ya şu kıza Şefika deyip durmasana!
Yavaş yavaş divanın altından çıktım. Beni görünce annem yerinden sıçrayarak popoma terliği indirdi. Hemen ardından sımsıkı sarılıp boynumu, saçlarımı, gözlerimi, ağzımı, burnumu öpmeye başladı. Benden de yaşlar döküldü işte o zaman. Anneannem göğüs bankasından bir avuç para çıkarıp anneme uzattı. Yedi tane çocuğu emzirmekten karnına kadar inmiş memelerinin içinde asla bitmeyen kefen parası vardı. Bu defa da benim için harcanmıştı paraları. Ama o “Şefika’ma feda olsun ma.” diyordu da başka şey demiyordu. Annemse bana ne zaman Şefika dense gözlerini devirip derin bir of çekiyordu.
Anneannem hiç sevmemiş babamı. Ne gelişini; ellerinde çiçeklerle, ne de gidişini; ardında bıraktığı yüklerle, yüreklerle. Ona ait ne varsa silmiş aklından anneannem, kızı hatırlayıp da acı çekmesin diye.
Adımı babam vermiş bana; kolları dünyanın yükünü taşıyacak kadar güçlü olan babam, asırlık bir ağaç kadar sağlam, dallarına konan kuşları taşıyamayan içi çürümüş babam. Demek acıları belini değil de yüreğini büküyormuş.
Hercai menekşeler, rengârenk petunyalar, beyaz papatyalar, mis kokulu sümbüller, gündüzleri kapanan akşamsefaları, baharın habercisi çiğdemler hatta belki unutmabeni çiçekleri, bunları mı hayal etmişti bana ismimi verirken?
Ben Solîn. Babasının çiğneyip geçtiği çiçek bahçesi…