Dün düştüm. O da bugün ölmüş.
Boncuk boncuk gözlerini hiç kırpmadan ona bakıyordu. O kadar güzel ki onu tanrı sandı. Onu seven ve koruyan tanrı. Büyük bir avlu, etraf yemyeşil ve sessiz. İnce bir su sesi avlunun çevresinden kuşak misali geçiyordu. Ağaçlar öyle büyük ki dallarından gökyüzü görünmüyordu. Küçük kız yalnız olmadıklarını biliyor ama soramıyordu. Onun yerine eteğinin pilisiyle oynuyordu. Avucunun içinde küçücük bir avuç. Bu kadar kıpırdamasa parmakları. Korku. Belki de sadece endişe.
“Korkma yanında ben varım. Sana eşlik etmek için buradayım. Sen ve ben bundan sonra hep beraberiz. Annen mi? O da gelecek bir gün. O gelse de ben yanında olmaya devam edeceğim küçük kız. Annen her istediğin an yanında olamayacak maalesef. A sallandırma o güzel dudaklarını. Hepsini planlayacağız merak etme. Hayır, tatlım ikimiz değil, ben ve Efendimiz. Sanmıyorum, Efendimizle herkes görüşemez. Ama sen istediklerini bana söylersin, ben Efendimizle ona göre konuşurum. İleride küçüğüm. İleride anlayacaksın.”
Küçük parmaklar gevşedi. Artık daha dikkatlice bakıyordu etrafa. Su sesi bir yakınlaşıp bir uzaklaşıyordu. Ağaçlar şaşkınlığını artırıyordu. Ağzı bir karış açık, kafasını kaldırdı.
“Hayır. Hayır tatlım, gökyüzüne bakmak yasak. Buradaki tek kural bu. Sizler için tabii, yoksa bizler için kural çok. Ne güzel gülüyorsun. Gülümsemek yakışıyor sana küçüğüm. Biraz hızlı indirdim başını, umarım canını acıtmamışımdır. Bu efendimizin sizler için tek kuralı. Gökyüzü küçük gözlere yasak. Buyururlar ki;
Şüphesiz ki gökyüzünü ve yeryüzü benimdir
Burada ve orada renklere ben emrettim
Gökyüzü yasaktır küçük gö
Ah özür dilerim küçüğüm. Seni üzmek istemedim. Sadece kuralları öğrenmelisin. Üstelik sen zeki bir kızsın, eminim ki çabucak uyum sağlayacaksın.”
Suyun sesine çocuk sesleri karışıyordu. Kahkaha sesleriyle adımları hızlandı. Belli belirsiz bir hız. O, hızını avucunun içindeki küçücük parmaklardan hissediyordu. Ürkünce iyice kayboluyor eli, heyecanlanınca gevşiyor. Yumuşacık, pamuk şeker gibi eller.
“Eğer acıktıysan istediğin her meyveyi yiyebilirsin. Buradaki tüm ağaçlar sizin emrinizde. Evet, burada sadece çocuklar var ve size yardımcı olarak bizler tabii. Alışmanız için bu şart. Sen çok zeki bir kızsın ve çok doğru sorular soruyorsun. Neye alışacağınızı öğreneceksin ama şu an bununla ilgili konuşamam. İnan hepsi senin iyiliğin için.”
Nasıl anlatılır ki burası küçücük çocuğa? Bir tek günahın bedeli bu kadar ağır mı olmalıydı Efendimiz? Tek bir meyveydi… Buraya düşmeyi hak etmemiştim. Beni sevdiğini sanıyordum.
“Evet, tatlım buradaki tüm çocuklar hayal ettikleri her şeye kavuşur. Demek sen de bu kadar güzel bir elbise hayal etmiştin. Tabii istediğin oyuncaklara da kavuşacaksın. Hayır, bizler beyaz giyiniriz. Ah çok tatlısın küçüğüm önlük gibi, evet. Hayır, doktor değiliz ama size bir şey olursa ki olmayacağına emin olabilirsin, öyle bir durumda müdahale ederiz. Şimdi istersen gidip onlarla oynayabilirsin. Hayır, kimse seni geri çevirmez. Burada mutsuzluk yok.”
Arkasından baktı. Kocaman tülden bir kuyruk, çocuğu uçar gibi gösteriyordu. Bir kayaya oturup tam ayağının dibindeki kocaman papatyayı kopardı.
Dönerim, dönmem, dönerim, dönmem, dönerim, dönmem… Amaaan ne büyük saçmalık. Kimsenin dönmediğini biliyorum. Haksızlık dersem isyan etmiş olurum diye bunu aklımdan bile geçiremiyorum. Bu kadar korkuyor olmak ağır geliyor. Oysa ben onun affediciliğine güvenmiştim. Sanırım güvenmiştim. Yoksa bu aptallığı yapar mıydım hiç. Biliyordum cezasının ne olduğunu. Ama ben hep iyi, çalışkan ve onu çok seven bir melek oldum. Belki… İyi ki küçük kız neden renkli kıyafetler giymiyorsunuz diye sormadı. Sırtımı gördüğünde anlar belki. Çok dikkatli bir çocuk o. Çabuk anlayacak nerede olduğunu. Kanat izlerini görmesi yeter…
“Ne oldu yoruldun mu yoksa? Ah küçüğüm anlıyorum. Elbette anneni göreceksin. Biraz daha zamanı var sanırım. Sonra istediğin kadar görebileceksin. Hayır, zamanını bilmem mümkün değil. Her şeyin zamanını sadece Efendimiz bilir. Sevdin değil mi burayı? Evet, hep burada kalacaksın. Endişelenme anneni zamanı geldiğinde, sen ne zaman görmek istersen görebileceksin. Hayır, benim annem yok. Sadece Efendimiz.”
Nasıl bir duygu acaba bir insanın annesinin olması? Bunu hiçbir zaman bilemeyeceğim. Anne de olamayacağım. Belki de en büyük ceza bu. Bu düşünceler. Kanatlarım günahımın ağırlığından düşmeseydi bunları hiç düşünmeyecektim. Merak ettim. Sadece merak. Madem yasak ne işi vardı o ağacın orada. Üstelik adı da hep çekti beni. Bilgelik Ağacı. Biliyorum, herkes merak ediyor. Ama kimsenin cesareti yok. Buradaki herkes benim gibi. Cesur, bilge ve kanatsız.
“Tabii ki bana sarılabilirsin. Ahh! Hayır, hayır endişelenme, canım yanmadı. Evet, bakabilirsin. Yara değil, korkma. Yoksa biz, ne? Evet, burada gördüğün herkes melek. Demek annen seni ‘Melek kızım’ diye severdi. Gerçekten melek gibisin. Şimdi istersen sorularını tek tek yanıtlarım.”
Nasıl yanıtlayacağım acaba? ‘Kanatlarına ne oldu?’ diyecek. Umarım verdiğim cevapla yetinir. Ya ölümünü sorarsa… Mecburen anlatacağım. Saklayamam. Öğrenmesi ve alışması gerek. Bundan kaçış yok. Hem zeki bir çocuk anlayacaktır.
“Bir günah işledim ve kanatlarım düştü. Evet, doğru. Buradaki tüm beyaz elbiseliler aynı günahı işledik. Tek bir yasak vardı ve bizler o yasağı çiğnedik. Sonra da kanatlarımız düştü. Biz de. Hayır, hayır burası kötü bir yer değil. Ceza yeri, demek bu güzel yere haksızlık olmaz mı sence de? Sadece artık birtakım görevlerimiz var. Sizin gibi muhteşem çocuklara eşlik ediyoruz. Çok da ceza gibi değil. Ben senin yanında olduğum için gayet memnunum. Hayır, hiç canım acımıyor ama kanatlarımı özlüyorum doğrusu. Evet, küçüğüm öldün. Hayır, tüm çocuklar buraya gönderilmez. Onları da daha sonra anlatsam olmaz mı?”
Küçük kız yanından uzaklaşırken onu izledi. Gözleri dolu dolu gittiğini biliyordu. Gülümseyerek diğer çocukların yanına yaklaştı. Biliyordu. Hepsi onun gibi… Kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı. Yuvasına. Eski yuvasına.
Ah işte biri daha. Demek böyle görünüyor. Bir çift kanat düştükçe dağılıyor. Tabii çocuklara yasak olur bu manzara. Düşüş değil ki bu. Ölüm. Ya yukarıdaki herkes Bilgelik Ağacı’nın meyvesini yerse? Ya herkes buraya düşerse? O zaman mutlu olurdum sanırım. Düşmüş olmak beni huzursuz ediyor. Hep edecek biliyorum. Hiç geçmeyecek. Her şeyin farkında olarak yaşamaya mahkûmum. Her şeyi bilerek. Her şeyi görerek. Ah efendimiz neden o ağaç orada?
Koşarak geldi. Yanına oturup elini tuttu.
“Demek öğrendin küçüğüm. Evet, anne ve babasının günahından dolayı veya onların sebebiyet verdiği bir durumdan dolayı ölen çocuklar bu güzel avluya gelir. Gerçekten öğrenmek istiyor musun? Annen ve baban koca bir ailenin yok olmasına sebep oldular. Çok fazla içmişler ve sonra arabada tartışmaya başlamışlar. Demek hatırlıyorsun. Baban öfkelendikçe gaza basmış. Ağlama. Sen sormasan anlatmazdım. Ama işte hatırlıyorsun. Bekleyeceksiniz. Onlarla konuşmak için tabii. Sonrası cennet bahçesi…”
Nasıl da masum. Bu yüzleşmeyi nasıl kaldırıyor bu çocuklar? Efendimiz anne babaya en ağır azap olsun diye bu kuralı koymuş belli. Ama ya çocuklar… Onlara da azap değil mi bu? Çıldıracağım. Bu küçük kızın kalbi kırılacak. Biliyorum. Ve ben onu teselli etmek, elini tutmak için yanında olacağım. Ah Efendimiz…
“Evet, sizin de tek yasağınız bu. Çünkü Efendimiz kanatların düşüşünü görmenizi istemiyor. Bence korkarsınız diye. Üzüntü veriyor. Burada üzülmenizi istemeyiz. Evet, haklısın. Buradaki herkes biraz üzgün. Tamam, hadi.”
Hepimiz izlersek bizi nereye yollayacaksın?
Şüphesiz ki gökyüzü ve yeryüzü. Burada ve orada. Bir melek. Bir çocuk. Yan yana. Gökyüzünü. Bir melek. Bir çocuk. Düşmüş. Kanatları.