Fatoş’a.
Gece iyiler uykudadır. Kötüler ve evlerinde köpek besleyenler gezer sahilde. Kötüler; yerleri izmaritle kaplayanlar, içtiklerinin şişelerini denize uzanan iri taşlara fırlatanlar, sebepsiz yere bağırıp iyileri ürkütenler, birbirlerini gözlerindeki karanlıktan tanıyıp selam verenler… Geceler, karanlığını giyinenleri kucaklar.
Saydım, sekiz mevsim geçti; bu yazları camları ardına kadar açılan, kışları tepemdeki ısıtıcılarla iliklerime kadar yakan, en arkadaki cam kenarına konduğum kafede yaşadığım, yaşlandığım.
Tanıyorum geleni geçeni, oturup çay içeni, ayağıma vuranı, elini üzerimde gezdireni, kalemle kanatanı, geceleri üzerime yarenlerimi çevirip omzuma yük diye koyanı.
İşte yine o kadın; dolunayın kadınını karşıdan izliyorum. Ne zaman dolunay çıkıp yuvamı aydınlatsa gelir sahile.Meltemin saçlarını savurduğu söğüt ağacı sırdaşıdır, bilirim. Fırtına çıkmış, güneş en kavurucu yüzünü göstermiş, dizlerine kadar kara batmış olsun dinlemez, gelir.
Önce sevgilisine sarılır, susar, anlatır, selamlar iletir. Sonra çapraz taktığı omuz çantasından mamalar çıkarır, sokakların asıl sahiplerini beslemek için. Onlarla da konuşur severken tüylerini. Sanki onu sadece ağaçlar ve kediler anlarmış gibi gezer sahil boyunca. Oysa ben de duyuyordum, esen yelin taşıdığı sevgi sözcüklerini. Bekliyorum sabırla gelip misafirim olacağı günü.
Bugün fırtına var; kadının sesini duyamayacağım kadar şiddetli, güzel söğüdün dalları oradan oraya savruluyor, kuşlar ortada yok, dostum deniz gri elbisesini giymiş, insanlar, kediler, köpekler hepsi saklanmış. Rüzgâr canlıları susturmuş da biz hareketsizlerin dilini taşır olmuş.
Onca zaman sonra bugün genç kadın yalnız çıkageldi. Sakince çıkardı eşyalarını dizdi üstüme. Bir kitap, her zamanki kalem, ince uzun sigara, çakmak yerine bir paket kibrit. Çantası çok kalabalık değildi ama biraz tuhaftı; bir kalem kutusu vardı ki içinde iki adet ruj, bir ayna, katlanıp içe geçen bir allık fırçası, alacalı şeftali tonlarında bir allık. Marketlerden yapılmış alışverişlerin kıvrılıp bükülerek atılmış fişleri, kilitli bir poşet için seyahat tipi diş fırçası ve küçücük bir diş macunu, bir adet ped, ucunda nazar boncukları sallanan üç anahtarlı bir anahtarlık… Çantasında aradıklarını bulması mucize gibiydi.
Elleri titriyordu, sigarasını yakana kadar üç kibrit harcadı. Derin bir nefes çekerek belli belirsiz bir soluk bıraktı geriye. Bir çay söyledi, sevgiden şımarmış söğüt ağacını izlerken. Kim kıskanmaz ki o ağacı? Vefalı bir sevdiği vardı, giderek sevginin tükendiği bu yeryüzünde. Çayını görünmez bir el usulca bıraktı bana ve kitabın kapağı yüzüme düştü. O zaman gördüm adını; “Gecegezen Kızlar” Tomris Uyar diye biri yazmış.
İlk tanıştıkları güne gittim bu ilginç kitap ismiyle, yine kitap okuyordu genç kadın. Kafasını kaldırmadan okuyordu, elinde yaralarının altını çizdiği yıpranmış mavi çini işlemeli kurşunkalem, yine bendim ev sahibi, çayını soğutmuştu, farkında değildi.
Sonra o, sesi derinlerden gelen delikanlı yaklaştı bana. Adımları ürkekti, konuşmaya başlamadan önce bir süre durmuştu, besbelli fark edilmek istiyordu. Genç kadın o kadar dalmıştı ki kitaba görememişti delikanlıyı.
Genç adam kitabın filmini izleyip izlemediğini sorarak başlamıştı konuşmaya. Davudi sesiyle irkilmiş ancak çabuk toparlanmıştı genç kadın. İzlemediğini söyleyip hafifçe gülümsemiş, kitabı okuyup okumadığını sormuştu. Genç adamın cevabı altını çizdiği cümlelerden biriydi; “Aynadaki kadın benim zıttım, demişti. Ben ne kadar ev haliysem o, o kadar sokak. Ben sokulgan isem, o başını alıp giden. Ben gündüzüm, o gece… Çapkın, güçlü, özgür.”
Ayaküstü sohbet ederken bana davet etmişti onu. İyi de etmişti; insan okuduğu kitapla ilgili konuşacak insana her zaman denk gelmiyordu. Delikanlının gülümsemesi kış güneşi gibi aydınlatmıştı, bu her tarafı camlarla kaplı olsa da etrafındaki ağaçlardan dolayı hep biraz gölgede kalan yuvamı.
Uzun uzun sohbet etmişlerdi, evvelden tanışan insanlar misali. Bir kitap evvel olmuştu, bir film aşk olacaktı onlara. Filmi beraber izlemeyi teklif etmişti genç adam, gülüşüne hayır diyememişti genç kadın. Çok heyecanlı insanların ayakları, bacakları, elleri hiç durmazdı. Oysa ben ne yaşarsam yaşayayım hep aynıydım; sağlam, dört ayaklı, anasından zorla doğurtulmuş bir masa.
Çayı yarıladı, iki sayfa okudu, bir sigara yaktı. Tekrar açtı kitabı, tam beş dakika boyunca aynı sayfaya bakıp durdu. Gözleri sahilde, kulakları kapıda bekliyordu. Genç delikanlı hep geç gelirdi. Hızlı adımlarla varırdı yanımıza. Ben de beklerdim genç kadınla beraber.
Gelmemezliliği uzadı. Üstüme bir damla düştü. Önce çay bardağının altında kalan bildik su sandım, değilmiş. Genç kadının gözünden süzülen yağmur tanesiymiş. Birden bir sesle irkilip dışarıya göz attım, gökyüzü genç kadına uymuş, ağlıyordu. İkimiz de biliyorduk, gelmeyecekti.
İçten içe çürüyordum, ben de zehrimi akıtmak, ağlamak isterdim. Ben insanların acılarından çatlamış, harap olmuştum. Kaç parçaya ayrılır yürek en iyi ben bilirim. İzlerini, izlerimde silmek ister gibi elleri üzerimde geziniyordu, sanki kaybettiği aşkını arıyordu. Benden bir hayır yoktu genç kadına. O da anlamış olacak ki sessizce kalktı, eşyalarını topladı. Hesabı ödeyip denizi hırçın hırçın döven yağmurun altında yürümeye başladı. Hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim. Üstümdeki yaşları kurumadan, sırılsıklam olmuştu. Usul usul söğüt ağacına gitti, sarıldı. Acısını bana değil de ona fısıldadı.