“Hatırlıyorum da, bir gün sen, iyi niyetlerde bir uğursuzluk vardır, her zaman çok geç kalırlar, demiştin. Benim iyi niyetim sahiden de çok geç kaldı.”
Oscar Wilde (Dorian Gray’in Potresi)
“Of ya! Daha geçen hafta aldırdım ne çabuk çıkıyorlar,” diyerek bildik hareketlerle tüyleri kopartmaya başladı.
Bir tanesi içte kalmış, derinin altından siyah kıvrımı görünüyordu. İki tırnağının arasına alıp hafifçe sıktı. Biraz zorlayınca küçük bir uç, zedelenen deriden göründü. Maharetli cımbız hamlesi tüyü yerinden çıkardı. Teni kızarmıştı. Pudraya batırdığı küçük sünger parçasını kızarıklığın üzerine bastırdı. Şimdi daha iyi görünüyordu. Eski gürlüğü kalmamış olsa da; gözlerinin mavisini daha da belirginleştiren kirpiğinin ve kaşının güzelliği yerindeydi.
Cımbızı tuvalet aynasının önündeki küçük tahta sandığın içine koyarken eli, telkârisi kararmış fotoğraf çerçevesine çarptı. Devrildiği yerden kaldırırken; “Neyse ki camlı değildi, yoksa bir de onu temizleme işi çıkacaktı,” diye düşündü. Fotoğrafı içinden çıkardı. İyi korunmadığından renkleri solmuş, yer yer dalgalanmıştı. Nişanlıyken gezmeye gittikleri Ordu sahilinde sonbaharın esintisiyle uçuşan saçlarını bir eliyle toplayıp diğer eliyle “dur çekme” derken objektife yakalanmıştı. Kızgınlığın aksine mutluluk vardı yüzünde. Sırtı yürüyüş yoluyla deniz arasına konmuş demir parmaklıklara dayalıydı. Arkada köpüklü dalgalar ve onlara doğru dalışa geçen martılar görünüyordu. Hatta o gün kocasının uzaktan akrabası Halim’le karşılaşmışlardı. Pek sevmezdi onu. Elli beş-altmış yaşlarında elleri ayakları gövdesine oranla uzun, orta boylu, gerdanıyla göbeği sarkma yarışına girmiş bir adamdı. Sarı bıyıklarının altından görünmeyen ince dudaklarında hep bir küçümseme gülüşü olurdu. Son zamanlarda Arap turistlerin o bölgeye akın etmesiyle birlikte bu gülüş bütün yüzünü kaplamıştı sanki. Ne de olsa emlakçılık yapıyordu. İşleri yolunda, keyfi yerindeydi. Kolunda ince uzun boylu bir kadın vardı. Üzerinde zorlukla yürüdüğü yüksek topuklu ayakkabıları ile bir evlilik programından çıkartılıp yanına iliştirilmiş gibiydi. O gün görülmekten pek de memnun kalmamışlardı. Kalabalık olsa belki araya karışacaklardı ama yaz bitmiş, insanlar artık evlerine çekilmişti çoktan. Tek tük dışarıdan gelen hafta sonu tatilcileri oluyordu deniz kenarında.
-O yanındaki kim? diye sormuştu Tamer’e. Tanıyor musun?
-Yeni pirzolası, demişti.
Yirmili yaşlardaki genç kızı şöyle bir süzüp, erkekçe bir bilmişlik ifadesiyle:
– Çıtır pirzola, diye de devam etmişti.
Oysa o şaşkındı. Bu olayın sıradan karşılanışına hayret ederken.
– Anlamadım? Ya karısı Emriye Abla, deyivermişti.
Beş vakit namazında niyazında ama şen şakrak, dil ucuyla konuşan, tükürükleri yüzüne gelmesin diye her karşılaşmalarında birkaç adım uzak durduğu kadını düşünerek…
– Ha o mu? O da evdeki soğuk çorba.
Sözünden sonra Tamer’in yüzünün yabancılığını da ilk kez fark etmişti.
“Nerden geldi aklıma şimdi,” diye düşündü. Çerçeveyi götürüp tencerede hazırladığı deterjanlı suyun içine bıraktı. İki taşım kaynadığında eski parlak halini alırdı. Gümüş kaplama çabuk kararıyor ama çabuk da açılıyordu.
O sırada birisi sallamış gibi, bedeninde bir çalkantı hissetti. Mutfaktan odaya geri dönüp, karyolanın metal başlığına tutundu. İçinden çıktığı yatak onu şimdi geri çağırıyordu, bu davete kendini kaptırmadı. Sabah kalkar kalkmaz açtığı pencereye gitti, topladığı çarşafı dışarıya silkeledi. Alt komşusu ile önceleri bu konuda epeyce atışmışlardı. Kendisi gelmeyip kadın ikide bir kocasını yollamıştı kapılarına. Sinirleri dayanmıyormuş efendim bir de ağız dalaşı yapacak hali yokmuş. Öyle bağırıyordu merdiven boşluğundan yukarıya doğru. Adam kapıda biraz tedirgin biraz mahcup elçi gibi karısının taleplerini dile getiriyor, bazen hafif tehditler savurmaya çalışıyor, beceremeyip gidiyordu. Neyse ki yatak odasının güneye bakan küçük penceresinden silkeleme yapabilecekleri konusunda anlaşmışlardı da dalaşmaktan kurtulmuştu.
Çarşafı serdi. Kenarlarını kıvırdı, yatağın altına sıkıştırdı. Yastıkları iki yanından vurarak kabarttı. Yastık kılıfında kalan saç tellerini topladı. Bu aralar mevsim geçişinden midir bilinmez, kafasındakiler azaldıkça çevredekiler artmıştı. Tekdüzeliğe saç modelini değiştirerek isyan ederdi. Bir tutam saçın gözünün üstüne düşmesi ya da kulağının arkasına atılışı ile yüzünün şekli ve ifadesi değişirdi. Kocasının kısa saçları geldi aklına. Şu başının arkasında az bir şey kalan. Yine de saatlerce ayna karşısında dururdu. O acaba nasıl değiştirirdi görüntüsünü. Kaşını biraz yukarı kaldırıp gözlerini kısmak, dudağını kıvırıp diliyle bıyıklarına dokunmak gibi bir sürü mimiği mi deniyordu. Bunların hepsinin bir anlamı vardı elbet. Aklına gelenler hoşuna gitmemişti. İnsanın yüzü içinin perdesi, diye mırıldandı. Perdeyi açmak da kapamak da kendi elinde. Yeter ki yırtılmasın.
En son çiçekli yatak örtüsünü örttü. Rengi solmuş muydu yoksa gülleri öyle soluk renkte miydi? Karar veremedi. Bundan on sene önce bu işleri neşeli şarkılar eşliğinde yapardı. O zamanlar anıları, duyguları, bedeni, kendine ait eşyaları solmamıştı ve solmanın unutulmanın diğer adı olduğunu bilmiyordu henüz. Yirmi dört yıldır hemen hemen her günün sabahı aynı şeyleri yapmıştı. Yapmıştı da solduğunu anlamamıştı.
Bugün ilk kez düzelttiği yatağın üzerine oturdu. Oysa ne çok kızardı, örtünün üzerine oturulmasına ya da bir şey bırakılmasına. Kocası eve gelip soyunmaya başladığında çıkarttıklarını bırakır o da içinden söylene söylene alıp yerine asardı. Bilir miydi acaba bu davranışından hoşlanmadığını? Nereden bilsin, hiç dillendirmemişti ki. Cekete, gömleğe gösterdiği tavra bakarak anlayabilirdi de değişen bir şey olmadığına göre ya anlamamış ya umursamamıştı.
Burnundaki salçayla kavrulmuş tereyağı kokusu eşliğinde dizlerini karnına doğru çekti. Çenesini dizlerine dayadı. Kendisini böyle bir araya toplarsa çalkantısı dururdu belki. Kolundaki yeşil maydanoz yaprağını alıp iki parmağı arasında ezdi, komodinin üzerindeki kül tablasına bıraktı.
Tam doğrulacaktı ki gözü gardırobun orta kapağına takıldı. Boydan boya ayna olan bu kapağın menteşelerinden biri yerinden çıktığından tam kapanmıyordu. Bir aydır yarı aralık duruyordu, kocasına söylemişti ama Tamer oralı olmamıştı. Kalktı, kapanmayacağını bile bile eliyle itti. O geri dönüp yerine oturmadan, kapak; neden beni rahatsız ediyorsun der gibi bir sesle eski konumuna döndü. Kâğıt havludan bir parça kopardı, üst üste katladı. Sonra kapak ile dolap arasına sıkıştırdı. Hiç hoşlanmazdı bu durumdan, gözüne kötü görünürdü kapağın arasından çıkan o beyaz kâğıt ama yapacak başka bir şey yoktu.
Şimdi aynada kendini görebiliyordu. Bedeninin üzerindeki şehriye tanelerini fark etti.
Evliliklerinin ilk yıllarında sevişirken Tamer’in bedenine bakmaya utandığından loş ışıkta bu aynadan seyrederdi onu. Çok ışık olsun istemezdi. Kocası ise aydınlığı severdi. Ezberlemişti omuz başlarının dikliğini, onları örten sık siyah kılları, sırt kaslarını, boynundaki dışarı fırlayacakmış gibi duran omuru, belinin içeri çöküklüğünü ve oradan başlayarak aşağıya doğru uzanan tüylerini. Sağ kalçasının üzerinde kuyruk sokumuna yakın yerde siyah büyükçe bir ben vardı. Kalçaları kasılıp gevşerken bir kaybolur bir görünürdü. Ritmik hareketi süresince gözlerini ondan ayıramaz, bir kez bile dokunmadığı o beni coşkuyla içinden defalarca öperdi. Dün gece uykusu kaçınca onu epeyce seyretmişti. Omuz başları eski sertliğini kaybetmiş, kılları seyrekleşmişti. Sağ eli yanağını içine alacak şekilde başı ile yastık arasındaydı, bir hazineyi avucunda taşır gibi. Sol eliyle de dirseğini kavramıştı taşıma işine yardımcı olsun diye. Gece boyunca konumunu sık sık değiştirdiği bacaklarından biri diğerinin üzerine hafifçe kıvrıktı. Uyanıkken kurulmuş zemberek gibi gergin bedenin bu boşalmış halinde, teslimiyetinde biraz da iç burkan bir şeyler vardı. Derin derin nefes alıyor, alırken göğüs kafesinden; yokuş tırmanan 50 model damperliler gibi ses çıkıyordu. Nefesini salarken kapalı dudaklarının bir yarısı yanağına dolan hava ile yukarıya doğru yükseliyor, sonra da kaynayan suyun baloncuklarının patlaması gibi birbirinden ayrılıyor, rahatlamanın puf sesi ile özgürlüğe çıkıyordu.
Şimdi nasıl da uzaktılar birbirlerine. İki yıl önce kocası yeni keşfediyormuş gibi bir tutkulu dönem yaşamıştı, bedenine karşı. Birkaç ay sürmüştü bu arzuyla sarılışlar ve sıklaşan sevişmeler. Sonra bıçakla kesilir gibi bitmişti. “O zaman anlamalıydım bir başka bedene özlemini bende giderdiğini,” diye can sıkkınlığıyla aklından geçirdi.
Parmak uçlarını diliyle hafice ıslattı. Omzunun üzerine düşen saç telini alıp bu ıslaklıkla iki eli arasında yuvarlayarak kıvırdı. Pencereden dışarıya bıraktı. Rüzgârın sahiplenip yere düşürmeyişini, havalandırışını izledi. Saç teli çürümezdi. Daha uzaklarda bir yerlerde var olacaktı. Neyse ki kendinden uzaklaştırmıştı. Çünkü kocası soğuk çorbadan ve içinden çıkan saçtan, kıldan nefret ederdi.
Kapı çalıyordu. Üst üste ısrarla çalan kapıyı yüzünün en güzel gülümseyişi ile açtı. Alt komşusu yine kocasını yollamıştı. Adamın gözlerine içtenlikle baktı. “Buyurun,” dedi.
Bu sabah çarşafı iyi ki, doğudaki pencereden silkelemişti.