Hangi sokağa girsem, duvarlara, pencerelere takılıyor gözüm. Onlarca fotoğraf çektim, onlara ait duygularımı anlatan bir sürü dize yazdım, yazıyorum da hâlâ. Biliyordum ki bu yolda yalnız değilim. İster dışarıdan ister içeriden baksın; gözü benim gibi pencerede olan çok kişi var, içlerine gömerler belki de bu görüntüyü. İyi de neydi bu pencere sevdası? Yanıtını ararken karşılaşıyorum Furuğ ile onun Pencere şiiri ve sonra geri kalanıyla. Furuğ’un bu ve diğer şiirleri üzerine yazılmış onlarca yazıya ulaşmak mümkün ve onlarca farklı bakış açısına… Pencere şiirindeki dizeler, şairin kaleminden çıktıktan sonra her okuyanın duygu ve düşüncelerinde yeniden anlamlanıyor kuşkusuz! Bende de anlamlanıyor, şekilleniyor, derinleşiyor; okurken ya da okuyup bitirdikten sonra da… İşte tam da şimdi, bana dokunduğu yerden girmek istiyorum söze ve şiirin yarasına… Çünkü orada, o şiirin kalbinde aradığım soruların yanıtı var…
Bir pencere bakmak için
Bir pencere, duymak için
Bir pencere yeter bana, bilinç ve bakış ve suskunluk anına açılan bir pencere
Yazının yolculuğu yaşamınkinden çok da değişik değil. İkisinde de arayışın ve isyanın acısı var, belki de isyanın kabulleniş biçimleri. Aradığımız şey farklı farklı olsa da kadın olarak yola çıkma nedenlerimiz çoğu zaman aynı, hem kadim hem gelecekçi. Eksik bırakılmış neyimiz varsa bulup, tamamlanmak isteği ya da… Eksik bırakılmış diyorum çünkü bize reva görülen ile hakkımız olan arasında matematiksel bir dengesizlik var. Doğanın içimize koyduğu duygulara; toplum, din, gelenek ve töre tarafından örülen duvarların diğer tarafındaki yaşamı görüyor, fotoğraflıyoruz. Ona ulaşmak adına başlıyor yolculuğumuz. Bir bakıyoruz yolu, yolda olmayı da sevmiş ve o yolda birçok defa ölümle buluşmuşuz,
Ve benim beynim hala
Bir kelebeğin korkulu sesiyle doludur
defterde iğneyle
Çarmıha germişlerdi
Bu ana mı bu itiraz sorusu yoksa;
acaba bekleyiş ve sililiğin kefeninde gömülen o kadın benim gençliğim miydi?
Her seferinde birlikte ağlamışız; kaybolan duygularımıza, yitirdiğimiz dönemlerimize, gömülerimize.
Önce bir kadın sonrasında ise para, ataerkillik, din sömürüsü ve hiyerarşik gücün altında kalan insan olarak gözlerine, yüreğine, sığdıramadığını dünyaya da sığdıramayıp seslenmiş sonra…
ey dost, ey kardeş, ey kandaş
aya vardığında
çiçeklerin soykırımı tarihini yaz.
Onun sesi karşında susmak mümkün mü? Üstelik yaşamı ile böylesine yüzleşip, aşkını, hatasını, sevabını, günahını, eksiğini, fazlasını, arayışını, özlemini, isyanını, insan olan tüm yanlarını tüm doğallığı ile şiirine işleyerek gözler önüne sermekten korkmamış, çıplağını saklamamış, terk edilmeyi, dışlanmayı, yalnız bırakılmayı göze almış böylesine bir yürek karşısında sessiz kalına bilir mi?
ıslanmadan çıkmıştım bir kuyudan
kuyuyu tanıdım diyemem
henüz
suya düşmemişti yüzümün geçmişi
ve görmemişti göz karanlıkta
ferine iğne batırılmış zamanı’dı
diye düşünürken o,
kuyuya benzer bir pencere bitiminde yeryüzünün yüreğine varıyor diye sesleniyordu.
Öyle bir yürek uğruna, üzerimize kapatılan duvarlara pencereler açmak istememiz sahici değil mi? Nefes almaktan öte bir derdimiz, derdimizden öte de bir hakkımız var…
Çünkü; her pencere yanında karanlık bir duvar taşıyor ve aynı zamanda her pencere bir karanlık duvara gökyüzü.
Furuğ’a
sen gittin
zaman çürütmedi baş köşenin karanlığını
usanmak nedir bilmedi
oturduğu minder
beyaz ovalara yayıldı
ayaklarının cennetine kar yağan
annenin kalbine
açılmadı göğün gözü
yeryüzü ve katlarında
kavruk mürver çiçeği
sen gittin
değişmedi korkağın dili
iyilik adına verilen söz
unutma takviminde
çıkmaz ayın son günü
yarattılar cenneti
kapıları pastan kilit
boynumuzda cehennem elleri
ve
kendi günahlarına bizi örttüler
sevabına soldurdukları gülü
sen gittin
‘’pencere kıyısında güneş’’
beklemekten yorgun
insanlar kaldı bir de
susmak zalimin atlasında
önsöz