Bugün bulutlar dağıldı. Yine de uzakta dağlar sisle sarılı görünüyor. Güneş onlardan yüksekte ve çocukluk resimlerimdeki gibi parlak. Uzun zamandır kapalı kaldığım evden çıkıyorum. Patikanın otları temizlenip, tarabanın paslı çivilerinden kurtulup düşen ve epey bir zamandır kenarda duran iki tahtası yeniden yerine takılmış. Artık yattığım odadan, yoldan kimin geçtiğini göremeyeceğim.
Yüzüme çarpan sıcak havadan nefesim sıklaşıyor. Yan fındıklıkla sinoru belirleyen kızılağacın altına uzanıyorum. Az ileride girebiyle hereklerin ucunu düzelten teyzem, terli anlını silerken, “Sanki yağmur yağıyor,” diyor. Yüzümü göğe dönüp, yaprakların başlarında dolaşan hafif esintinin etkisiyle titreşmelerine bakıyorum ve onları göstererek ekliyorum, “Hayır, o yağmurun sesi değil, yapraklar rüzgârla dertleşiyorlar.”
Bir örümcek telaşla, kolumdan yukarıya, omzuma doğru yürüyor. Alıp yere atacağım ama benden hızlı. Geride bıraktığı ağının ucundan aşağı sallanıp gözden kayboluyor. Sadık Hidayet’in ölmeden önce kaleme aldığı hikâye taslağındaki anne örümceğin yavrusuna bedduası geçiyor aklımdan; “Salgı salamaz ol!”
Yaşamın onca sırrı arasına sıkışan bu basit ama etkileyici tümcenin arkasındaki büyük gerçek… Sadece, ağ yapamayınca ölüme kurban gitmek miydi? Ya, bu bedduayı yapan annenin yaşadıkları ve sonrası… Önce ve sonra arasına kurulu o ince çizgide, bir salgısıyla bizi hem ödüllendiren hem yenilgiye uğratan yaşam bu muydu? Sorularımın yanıtı, yakılmış bir roman müsveddesinin kalıntısı içinde, tıraşlı ve temiz giyimli halde, Paris’te bir mutfakta bulunan yazarın cesediyle birlikte gömülmüştü. Yani küle ve toprağa gömülü bir gerçeğin var olduğu hep aklımın bir köşesinde duracak, onu arayacak ve hiçbir zaman bulamayacaktım. Sadece kendi düşüncemin elverdiği kadarıyla o gerçeğe bir gün ulaştığımı sanacaktım ki; tüm yanılgılar, sanmakla başlamıyor muydu?
Dalın üzerinde, dokununca pis koku salan yeşil renkli böcek, oradan düştüğünde yerini başka birinin alacağını düşünmeden dolaşıyor, küçükken kulağıma girmesinden çok korktuğum kıskaç böcekleri de öyle… Kelebekler çiçekten çiçeğe giderken sonsuza kanat çırpıyor gibi, birazdan gukku kuşu da öter.
“Yorgun gözleri yavaş yavaş kapanıyordu, bakmaya kimselerin dayanamayacağı doğaüstü bir şey görmüştü sanki.”*
Tam da böyleydi, doğada yaşama bakıyordum ama; “Bu gözler ölümü görmüş gibiydiler.”*
Kitabı yeniden elime almadan önce kolumu çizen dikenin yarasına anneannemin öğrettiği gibi tükürüğümden biraz sürüyorum. Demişti ki; “İyileşmek istiyorsan kabuğu yarana kendin örtmelisin.” Oysa iyileşmemiş, yaralarımızı kabukların altında çürümeye bırakmıştık ve ne zaman birisi gelip, bir umutla kabuğu kaldırsa göreceği şeye hazırlıklı olması için şöyle fısıldıyorduk ona; “Dünya dünya olalı, ben var oldum olalı, soğuk hissiz hareketsiz bir ölü, karanlık odada hep yanımdaydı benim.”*
İşte o zaman bu ölünün soğukluğundan boşluğun sessizliği ve karanlığın dilinden kurtulmak için şu birbiri üzerindeki karasineklerin yaptığını deneyecektik. “İki kişi yalnızlıklarından kurtulmak için birbirine yapışır, herkeste aynı delice kıpırdanışlara bir kapıdır bu.”*
Yalnızlıklarımızın kurtuluşu adına, öldürmek için ortak düşmanı, ben de sana böyle mi yapışmıştım?
Otların uğultusu kulaklarımı dolduruyor. Rüzgâra sessizliğiyle boyun eğen otları değil, kimi zaman kayalarda patlayan kimi zaman da sessizce geriye çekilen dalgaları sevdim hep. O nedenle de; “Dünyada susmaktan daha iyi bir şey yoktur. Butimar gibi olan insan daha iyi insandır diye düşünürdüm,”* tümcesine şimdi ben de Sadık Hidayet gibi katılamıyorum. Butimar’ın deniz kıyısında son bulan kaderi yavru örümceğinkinin zıddıydı belki ama ne fark ederdi ki, film nasıl biterse bitsin sonunda ölünüyor, bir tek deniz kalıyordu geride. “Durulmak denizin kaderinde yok,” demişti, parçalanmış ağlarını tamir ederken, fotoğrafını çektiğim, “Dünyanın bütün ilişkileri yüzünde toplanmış…”* bir balıkçı.
Yerimden kalkıp eteklerimi silkeledim. Yorgunluktan yüzü al al olmuş teyzeme; “Geç oldu, içime akşamın hüznü dolmadan eve gidelim,” dedim. Bana dönüp her zamanki güleçliğiyle; “Az dinleneyim,” dedi.
Dinlenirken, kitabın son tümcesini yüksek sesle ona da okudum;
“Üstüm başım yırtılmıştı, tepeden ayağa kana belenmiştim, çevremde iki mayıs böceği dolanıyordu ve küçük beyaz kurtçuklar kıvıl kıvıldı tenimde – ve ölümün ağırlığı eziyordu göğsümü.”*
Bir kahkaha attı. “Yaşımdan dolayı bana laf mı sokuşturuyorsun?” dedi. Bu sözle teyzem kabuğumu kaldırmıştı.
Göğsüme tüm gücümle bir çimdik attım. Acayip canım yandı ama istediğim olmuştu. Birden adını seslendiğimde; “Söyle canım,” diye karşılık verişini çok özlediğimi fark ettim.
*Kör Baykuş / Sadık Hidayet.
: