Kitabı dizimin üzerine bırakıyorum. Pencereden, akşam güneşinin son ışıklarının vurduğu başlarını öne eğmiş günebakanlar hızla geçip gidiyor. Ova bir sessizliğe hazırlanıyor gibi. Her şey kendi kuytusuna çekilmiş. Ben de kendi kuytumda, Suna’nın söylediği tümceye aklım takılı, içimden tekrarlayıp duruyorum. ‘Neden insanları kurulu düzenler içine hapsedip sevme özgürlüklerini ellerinden alıyorlar? Ne diye onları evlerle, eşyayla, çocuklarla bağlayıp özlemler, engeller, olmazlıklar ve acılar içinde bırakmayı düzen sayıyorlar?’ Rayların sesi bu soruya yanıt veremeyecek olsa da ritmine takılmam bir an konudan uzaklaşmamı sağlıyor. Yanımda oturan kadın dizimdeki kitapla pek ilgili. Kaçamak bakışlarını yakalıyorum. Yaşça benden genç bir hayli de güzel. Dayanamayıp soruyor, bitirdiniz mi? Evet, diyorum dalgın bir şekilde, evet bitirdim. Bir kitabın kapağını kapatır gibi yüreğimi kapatamayacağımın kanıtı olarak, yüzün beni yalanlarcasına gelip gözlerimin içine yerleşiyor. Bakabilir miyim, diyen kadının sesiyle ayrılıyorum senden. O, uzattığım kitabın sayfalarını denk gele çevirirken devam ediyor konuşmaya. ‘Sanki kitabı okumadınız da içinde kayboldunuz. Adı ne kadar ilginç değil mi? Sizce yazar özellikle mi o adı koydu. Ne çok tümcenin altını çizmişsiniz.’ Okumak ister misiniz diyorum. Bir buruk gölge düşüyor dudaklarına yine de gülümsüyor. Eşimin bir başka kadını sevdiğini öğrendiğimde bu kitabı okuyordum. Karışık duygular içindeyim. Sizin de etkilendiğinizi hissedince düşüncelerinizi merak ettim, diyor. Anlatmamı ister misiniz diyorum. Meraklı gözlerini bana çevirip evet anlamında başını sallıyor.
Üzerinde konuştuğumuz kitap İnci Aral’ın ilk romanı Ölü Erkek Kuşlar 1991 yılında yayımlanmış. Daha önce 1976 yılından 1986 yılına kadarki süreçte yayımlanmış dört öykü kitabıyla edebiyat dünyasının kapısını aralayan yazar bu romanıyla 1992 yılında Yunus Nadi Roman Ödülü’nü alarak o dünyaya iyi bir giriş yapmış. Ardı sıra on bir roman, sekiz öykü ve bir de anlatı kitabıyla günümüze kadar uzanmış yazarlığı.
‘Ölü Erkek Kuşlar’ kitabının yirmiden fazla baskı yapması geniş bir okuyucu kitlesine ulaştığını gösteriyor bize. Bu başarının arkasında onlarca neden olsa da ilk sıralarda yarattığı Suna karakteri kadar anlaşılır bir dille yazılmış olması ve oldukça yalın anlatımı bulunuyor.
Roman bir kadının iç dünyasını açık, net ve gerçekçi bir şekilde gözler önüne sererken evlilikte kadın erkek rolleri, sevgi, aşk, annelik ve dostluğu irdeliyor. Okuyan kendinden veya tanıdığı birinden bir parça anlatılıyormuş hissine kapılıyor. Bu da yazarın, insan iç dünyasının dolambaç ve derinliklerine ne kadar hâkim olduğunun bir göstergesi. Üstelik bunu kadını toplumdan, yaşadığı çevreden kopartarak yapmıyor. Romanda Suna’nın sadece insanlarla değil, mekânlarla, yiyecek, giyecek, eşya, hava, hatta hayvanlarla olan ilişkisine de tanık oluyoruz. Ön planda psikolojik gel gitleri, çatışmaları varmış gibi görünmesine rağmen evlilik kurumu içinde kendi kişiliğini bulma sürecini, bireyselliğini; kazanma, koruma mücadelesini izliyoruz. Aynı zamanda onun gözünden toplumsal dinamikleri, onlardaki değişimi; ekonomi, iş yaşamı ve siyasi gidiş üzerinden öğreniyoruz.
Simon De Beauvoir’ın şu sözü geliyor aklıma: ‘Kadın doğulmaz, kadın olunur. Hiçbir biyolojik, psikolojik ya da ekonomik yazgı yoktur ki, dişi insanın toplumda büründüğü figürü belirlesin: kadın diye tanımlanan bu yaratığı, erkek ve hadım arası bu ürünü üreten medeniyetin bütünüdür.’
Suna’nın ‘Kadın olma’ sürecine tanıklık ederken sormadan geçemiyorum, bir kadını bu kadar çatışma içine iten, kendiyle başlayıp yakın çevresinden topluma doğru uzanan bir mücadelenin içine sokan, sıkışmışlık duygusu yaşatan nedir? Belki önce şunu bile sorabiliriz, ‘kendisi’ ne demektir?
Tasavvuftaki gibi ‘Bir ben vardır bende, benden içeru’ durumu mudur, bir kişilik bölünmesi midir, yoksa gözünü açtığı dünyada karşılaştığı kurallara karşı bir yanı uyum gösterirken diğer yanının başkaldırısı mıdır?
Yanımdaki kadının sessizliğe bürünmüş dudaklarına bakarak, kitaptan daha çok Suna’yı merak ediyor onu tanımak istiyorsun değil mi diyorum. Aslında bu sorunuzun yanıtını şöyle verebilirim diyor. Ben kendimi tanımak istiyorum ama bunu yapabilmem için Suna’yı iyi anlamalıyım. Gözleri güneşli pencereler gibi. Bakışlarımız buluştuğunda ekliyor, Güler gibi davranmak istemiyorum o histen kurtulmalıyım. ‘Anlamak’ ne güzel sözcük, yine de bir romanın örgüsündeki gerçeklik hayatın gerçekliği ile örtüşmeyebilir diyorum. Her ilişkinin kendi dinamikleri farklıdır. İstersen özdeşleştirmeden sorgulayalım. Beni olumladığını gösteren bir baş hareketi yapıyor.
‘İğde ve gül kokularının birbirine karışarak içlere baygınlık verdiği bir ilkyaz akşamı Düşköy tatil kasabasının yazlık sineması’nda Suna’nın kadınlık hikâyesine dahil oluyoruz. Onun, toplumun biçtiği kadın rolünü üstlenirken, taşırken ve o kalıp rolü reddederken ki hallerini izliyoruz. Kitabı okurken adım adım 1980 darbesinin sesi geliyor kulağımıza; bu bağlamda 1970’lerin sonu diyebiliriz. Evli kadınların ancak kocalarının izniyle çalışma hayatına girebildiği, bir işle ve sanatla ilgilenebildiği yıllar. Karşımızda çocukluğu; dayı ve yengesinin yanında, onların koyduğu kurallar çerçevesinde geçmiş bir kadın var. Üstelik oğlan çocuklarıyla oynadığı ve o sırada bedeninin bazı bölümleri göründüğü için yengesi tarafından şiddet gören cezalandırılan bir çocuk. Bu biz okuyucu için bir uyarı. Yetişkinlikteki birçok davranışın temelinin çocuklukta aranması gerektiğini işaret ediyor. Sonrasını kendi sesinden dinliyoruz. Kâh her kabın şekline giren akışkan Su olarak, kâh o Su’yla çatışan, direnen Na anlatıyor olanı biteni. Üstelik bunu yaparken bir sıra takip etmiyor, geçmiş zamanla şimdiki zamanı iç içe kullanıyorlar. Okudukça biz kendi zihnimizde olayları sıraya koyuyoruz. ‘İnsan çoğu zaman anımsamak istemiyor geçmişini’ diye başladığı cümlesini ‘bu anı o geçmiş yaratıyor…’ sözüyle tamamlayarak bugünün geçmişten bağımsız olmadığını, olamayacağını fısıldıyor. Geçmişinde yaşadığı örselenmeler üzerinden onu tanımaya başlıyoruz ve birini tanımaya başladığınız da onu anlamanın da kapısı da aralanmış oluyordu.
Alfred Adler’e göre erken çocukluktaki olumlu olumsuz yaşantılar ve aile bütünlüğü, ileride çocuğun sahip olacağı kişiliği etkilemektedir. (Toplu-Demirtaş ve Yalçın, 2017)
Suna sekiz yaşında ilk terk edilişini babasının ölümüyle yaşar. Su ve Na’ya bölünmüşlüğünü de o zaman fark eder. Onun anlatısı üzerinden gidecek olursak, o sırada hissettiklerini, yıllar sonra ikinci eşi Ayhan’a şöyle anlatmaktadır. ‘İçimde biri, ağlamalısın, diyordu durmadan. Baban öldü senin ağlasana. Su’yun sesini ilk kez o zaman duydum işte. Ağlıyordu, içi katılıyordu ağlamaktan ama gözlerimde yaş yoktu. Sesim yoktu.’ Freud’un kuramlarından yola çıkarak böyle bir bölünmüşlüğü psikopatolojik bir durum olarak değerlendirebilir hatta bunu çocukluğundaki anne baba kaybıyla ilişkilendirebiliriz belki ama yazılanlar üzerinden bunu yapmak ne derece doğru olur? Hangimiz içimizde kendimizle konuşmuyoruz ki?
Suna’nın babasını kaybetmekle bir bedenin kaybından çok bir anlamı kaybettiğini, onun ardından annesinin ölümüyle de evsiz ve sevgisiz kaldığını anlıyoruz. Dayısının yanına sığındığında sıcak kalabalık bir aile çevresi özlemi içindedir. İlk evliliğini; bir erkeğe sığınıp, onda barınma isteğine bağlamak olası. Kendince sevmiştir de. Kitap boyunca adını öğrenemeyiz. ‘Adam’ diye anlatır onu. İlk erkek ‘Adem’ e karşılıkmış gibi. Böyle düşünmemize ikinci eşi Ayhan’ın ilk eşinin adının ‘Hava’ olması yol açar biraz da. İkisi de ‘Cennetten kovulmuşlardır’ Adam çocuğunun babasıdır. Onunla çoğalmıştır ama bu, doğanın, üremeyle ilgili yönünü gerçekleştirmekten başka bir şey değildir. Henüz bedensel istek ve arzuları, aşkla bütünleşmiş bir duygu doyumunu tam anlamıyla yaşamamıştır. Adam’ın ataerkil düşünce yapısı, yaşama yüklediği anlam ve kadınlardan beklentisi, çocukları, tek düzelik Na’yı korkutur. Yaşamını ‘o evde, o düzeni’ yürütüp çocuk büyüterek, kocasına bakarak tüketmekten korkar. Burada yeni bir durumla karşılaşırız. Suna kendisi için zor olsa da ona yüklenen annelik rolünü reddeder ve eşinden ayrılırken çocuğunu Adam’a bırakarak bu rolden sıyrılır. ‘Hiçbir kurulu düzen’ onu durduramaz. Mutsuz olduğu bir yerde durmak istemez. Daha sonra bunu ‘Küçük bir çocuk bile beni mutlu olmadığım bir eve bağlayamadı bir zamanlar,’ sözüyle anlatacaktır. Çünkü o zaten oğlunun annesidir ve bu gerçeğin hiçbir zaman değişmeyeceğini düşünmektedir.
‘Benim bir kadın, bir eş olma saplantımdan insan ve kişi olmak üzere kurtulmaya çalıştığım, buna zorlandığım o yalnızlık dolu süreçte’
‘Adam’dan ayrıldıktan sonraki süreçte bir yarısının diğer yarısına karşı verdiği savaşı böyle anlatır. İnsan ve kişi olmaktır isteği. Bunun olabilmesi için de içindeki ‘korkak, edilgen, uzlaşmacı, uysal, evcil’ kişiliği eğitip korkusuz, etken, savaşçı, özgür, bağımsız olmalıdır. Henüz dünyaya gelmeden çok önceki yıllarda başkaları tarafından koyulmuş; yüzlerce kural, töre, yasakla sınırlandırılmıştır. Ona sunulmuş bu yaşamı sorgular. Duygularında içtendir, yalındır. Saklamaz hiçbirini ve dolambaçlı yollara başvurmaz. Anlatısı sayesinde, iç konuşmalarına Su ve Na’nın tartışmalarına, eleştirilerine, çatışmalarına tanık oldukça bu bölünmüşlüğün Suna için bir kazanım olduğunu da anlarız. Onu geliştirmektedir. Bu sayede Ayhan ve Onur’la olan ilişkisinden, örselenmiş olsa da güçlü çıkar.
Sözlerime biraz ara verip soluklanıyorum. Tren evsiz bir istasyonda birkaç yolcusunu daha indiriyor. Uzaktan görünen ışıklar akşamı aydınlatmaya yetecek gibi değil. Kendi karanlığımızı görmek için bütün yapay ışıkları kapatmak gerekli diye fısıldıyorum içime doğru. Susmamı fırsat bilerek ‘Bunu ben de düşünmüştüm,’ diyor, söylediklerime katıldığını belirtir bir şekilde. Önce şaşırıyorum sonra Suna’yla ilgili son sözlerime vurgu yaptığını anlıyorum. ‘Bu bölünmüşlük içindeyken sizce Suna’nın tercihlerini baş kaldıran ve baskın karakter olan Na mı belirliyor? İçinde iki kişi yaşattığı için mi iki erkeği birden aynı anda sevebiliyor ve -Ben hem onu hem Onur’u seveceğim özgürce. O da isterse bir başkasını sevsin…- diyerek bu konuda diretiyor.’
Erkeği kadından üstün gören bizim gibi toplumlarda, bir erkek aynı zamanda, statü, ev, güven, güç, beslenme, yaşam şekli… de demektir (!) Bunun sonucunda kadınların kendini bir erkekle var etmeye çalıştığı gözlenir. Suna’nın en büyük hatası belki de bu olmuştur. Bir erkek üstünden varlığını hissetmek, kendini onunla tamamlamak isteği. Üstelik dayatılan onca toplumsal öğretiye direnirken, bunu farkına varmadan yapmıştır. Şunu da göz ardı etmemeliyiz Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi’nde üçüncü ihtiyaç seviyesi sevgi ve aidiyet içeren sosyal düzeyli ihtiyaçlardır. Aşkın kural tanımazlığı da çabası, diye yanıtlıyorum yol arkadaşımı. Yüzündeki ifadeden bu yanıttan tatmin olmadığını hissediyorum ama eminim biraz düşündüğünde kendi sorusuna doğru yanıtı kendi verecekti. Hepimiz kendimizce doğru saydığımız yanıtların peşinde değil miyiz?
Suna’nın Adam’dan ayrıldıktan sonra evlendiği Ayhan; üniversite de hoca, bir süre yurtdışında yaşamış kültürlü, toplumsal olaylarla yakından ilgili kadın ve erkek için ‘eğer onlar eşitse…’ ‘Çok daha güzel bir dünya kurulabileceği’ni düşünen biridir. Birlikte çok şey konuşur, içselleşirler. Belki de derinlikli konuşmalar onların yaptı en güzel şeydir ama evlilikleri açısından ilkinden çok da farklı bir durum sözkonusu değildir. Ayhan’ın bütün beklentilerinden, dayatmalarından, seni sevebilmem, benim istediğim gibi biri olmana bağlı sonucunu çıkartmak mümkündür. Su buna boyun eğerken Na’nın direnmesi olayların akışını da değiştirir. Çünkü Suna için sığınak önemlidir. Sadece ev değil, onun için yatak, bir insan, giysiler ve iş de bir sığınaktır. Belli ki kimsesizlik ve yatılı okul, onu çok üşütmüştür. Isınamaz bir türlü. Sevginin sıcağını arar. Cinselliğinin farkındadır. Giddens ‘Evlilik, iki yetişkin insan arasındaki, toplum tarafından tanınan ve onaylanan bir cinsel birlik olarak tanımlanabilir’ dese de Kocası Ayhan’dan çok, Onur bu anlamda en yakın hissettiği insandır ve ona âşık olur. Bunun için toplum tarafından onaylanmayı beklemez. Bu bizi şaşırtır. Okuyucu olarak hangi tarafı tutacağımızı bilemeyiz. Oysa Suna dürüsttür. Ayhan’la bu duygusunu paylaşır, aşkını anlatır ona. Bu itiraf kararının doğru bir karar olup olmadığını onun yaşadıklarını gözlemledikten sonra kendi hayata bakış algımız doğrultusunda biz veririz. Çünkü o toplum tarafından nasıl yargılanacağını da bilir. İhbarcı Osman’ın ‘Böyle karım olacak, gösteririm ona dünyanın kaç bucak olduğunu,’ sözlerine kulak misafiri olmuştur. Kocası tarafından uğradığı duygusal ve fiziksel şiddet onu duygularına sahip çıkmaktan ve sevmekten vazgeçiremez. ‘Sevmeyi ölçüye vuramaz insan. Vardır ya da yoktur’ der. Vazgeçme kararını almak için kendine ait her şeyin kararını verecek güce gelinceye kadar bekler. Bu onun kendini tamladığı zamandır.
Kararını verdiğinde hayatında ‘Böyle yaşanmalı bu aşk, kimseyi üzmeden, düzenimizi bozmadan. Niye anlamıyor Suna bunu?’ diyen ve korkak olarak nitelediği uğruna onca acıyı çekip bedel ödediği Onur yoktur artık. O, mutsuz evliliğini, küçük kaçamaklarla süsleyerek sürdürmeyi seçer.
‘Birbirimize, birbirimiz için taşıdığımızı sandığımız anlamların çok ötesinde bağlarla bağlı olduğumuzu sezerek, iyiliğin ve kötülüğün, dostluğun ve düşmanlığın, güzelliğin ve çirkinliğin, sevginin ve nefretin çok ötesinde bağlarla’ dediği Ayhan da yoktur. Ne ataerkil yaşamın temsili Adam, ne aydın kesimden Ayhan ne de sanatçı Onur onun kadar özgür ve kendi olmayı başarabilmiştir. Ya kafesin dışında, uzakta, ya da kafesin içinde birer ‘Ölü Erkek Kuş’turlar. Suna ise kendi başına var olmayı öğrenmiştir. Kimseyi beklemez artık. Suçlamaz da.
‘Suçlu olan biz değiliz. Hiçbirimiz değiliz. Kötülük kuralların, yargıların, öngörmelerin içinde barındırdığı şiddet ve katılıkta. Bizim ilişkilerimiz gizli, göze görünmez bir baskıyla biçimleniyor.’
Yoruldunuz mu? diye soruyor bana saçlarını toplayıp başının üzerine bir firkete ile tuttururken. Kitaptaki bir cümleyi anımsatıyor bu davranışı. Suna ne kadar haklıymış. O kırılganlığı, ben de görememişim diyor. Anımsadığımız aynı cümle üzerinden birbirimize gülümsüyoruz. ‘Birçoğumuz dayatılmış bir yaşama razı oluyor,’ diyorum, ‘Aramızdaki Sunalar çok az.’ Peki sen hâlâ Onur’un karısı Güler gibi mi hissediyorsun kendini.
Hafif bir sesle anlamak istermiş gibi yineliyor, aramızdaki Sunalar çok az.
Tren duruyor. Saat gece yarısını çoktan geçmiş. Kapının üstündeki lamba yanmadığından istasyonun adı levhadan okunmuyor. Bavulumu yere bırakıp pencereden bakan arkadaşıma el sallıyorum. Onun daha çok yolu var. Uzaktan dalgaların kayalarla konuşması ve bir ördeğin kanatlarının sesi geliyor. Havada, iğde ve güllerin kokusu.
İnternet sitemizden en verimli şekilde faydalanabilmeniz ve kullanıcı deneyiminizi geliştirebilmek için Cookie kullanıyoruz. Cookie kullanılmasını tercih etmezseniz tarayıcınızın ayarlarından Cookie’leri silebilir ya da engelleyebilirsiniz. Gizlilik politikamızı okumak için buraya tıklayabilirsiniz.