Öykü yazmak bir çeşit delilik hâlidir. Öncesinde, yazma sırasında hatta bittiğinde hissedilenler sıradan yaşam düzeninden kopmayı; bir sis bulutunun içinde yaşamayı gerektirir çünkü. Gerektirmenin de ötesinde dayatır bunu öykü. Öykünün ortaya çıkması sancılı bir süreçtir. Bu süreç her seferinde aynı biçimde olmuyor benim için. Bazen tuttuğum notlar bir öyküye dönüşüyor bazen bir sesin, bir kokunun, bir anın peşinden gidiyorum. Bazen de daha önce hiç yaşamadığım bir tecrübeyle, bambaşka bir ruh haliyle yazıyorum. Ama mutlaka önce kağıt, kalem kullanıyorum. Öykü belirli bir yere geldikten sonra -hem yazılı olarak hem de kafamda- bilgisayara geçiriyorum. Bu süreçten önce genellikle kafamdaki öyküyle geçiyor zamanım. Karakterlerle yaşıyorum. Daha doğrusu karakterler benimle yaşıyor. Oturup kalkıyoruz. Yiyip içiyoruz beraber. Kavga bile ediyoruz bazen. İşte bütün bunlardan sonra bilgisayara yazma işi gerçekleşiyor. Yazma işi bazen birkaç saatte biterken bazen günler alıyor. Bunun yanı sıra kafamda oluşturduğum öykünün belirli bir düzeni, başı, sonu oluyor mutlaka. Fakat çoğu kez kafamdaki plandan farklı bir iş çıkıyor ortaya. Kervan yolda düzülüyor kısacası.
Annemin Küpeleri kitabımdaki Sigara adlı öykü tüm anlattıklarımdan farklı gelişerek çıktı ortaya. Aklımın köşesinde hep bir miras öyküsü yazmak vardı. Mirasta bir anlaşmazlık, çözümsüzlük hâli… Bunların insanlara hissettirdikleri… Düşündükçe yaşı ilerlemesine rağmen evlenmemiş, annesiyle yaşayan bir adam belirdi zihnimde. Bir gece uyumadan önce yatakta dönüp dururken aklıma hücum etmeye başladı bir şeyler. Babadan kalan eski bir ev, tatlı sert atışan ana oğul. Fosur fosur sigara içen yaşlı bir kadın. Anne karakteri iki insanın karışımı olarak doğdu içime. Kişilik olarak mahallemde yaşayan bir teyze. Görüntü olarak da sanatçı Kibariye’nin annesi. Şaşırtıcı değil mi? Kibariye’nin annesi de nereden çıktı, diyebilirsiniz. Nereden biliyorsun Kibariye’nin annesini, nereden hatırlıyorsun diye aklınızdan geçebilir. Zihnimde, belki çok arkalarda bir yerlerde gerekli gereksiz birçok bilginin olduğu bir oda var sanki. Ara ara açıp kapısını girerim içeri. Ya da odadan bir şeyler çıkıp beni bulur. Kibariye’nin annesi de o odadaydı yıllardır. Çünkü henüz ben çocukken bir televizyon kanalı Kibariye’nin annesiyle bir röportaj yapmıştı. Hatta daha sonra dönemin ünlü televizyon programı Olacak O Kadar’da skeci yapıldı. Kibariye’nin annesi damadıyla ilgili konuşuyordu. Şöfeeer, şöfeeer diye bağırıyordu. Bu adam bir şöfer parçası, kızımın parasını yiyor, diyordu. Kadının büyük büyük gözleri, zayıf, incecik kolları… Çökmüş avurtları, hızlı hızlı ve heyecanlı konuşması… Zihnime kazınmış bütün bunlar. Yazacağım öyküdeki annenin görüntüsü kesinlikle bu olmalı, hareketleri aynı Kibariye’nin annesinin hareketleri olmalı diye düşündüm. Böylece hareketli, okuyucuyu metne bağlayan, canlı bir karakter yaratmayı hedefledim. Mahallemizdeki teyze ise yirmi beş yıl yaşadığım yerdeki bir komşumuzdu. Muzip, tezcanlı, açık sözlü bir insandı. Hem sinirli hem sevecen olabilen değişik biriydi. Genelde bağırarak konuşur, lafları insanın gözüne soka soka söylerdi adeta. Hiç duymadığım sözleri vardı. Üşengeç birinden bahsederken “Burnunun ucundaki sineği Allah’a havale ediyor.” derdi.
Fakir ya da iyi beslenmeyen insanlar için “Bağırsağındaki kurtlar değnekle geziyor.” derdi. Daha neler neler… Kibariye’nin annesiyle komşumuz birleşti Sigara öyküsündeki Hatice çıktı işte ortaya.
Televizyon yaşlı insanların belki de tek eğlencesi. Akıllı telefonları kullanmakta zorlanıyorlar. Dışarı çıkıp gezmek isteseler ya gözleri almıyor ya da güçleri yok. Televizyon onlar için biçilmiş kaftan. Bu sebeple Hatice evde vakit geçirirken televizyon öyküde yer almalıydı. Burada televizyonda alelade bir şey olmasındansa dikkat çekici bir şey olmasını istedim. Sultan filminden bazı kareleri öyküye yerleştirdim. Bu filmi rastgele seçmedim. Öyküde eski bir evin hatta mahallenin varlığı bu filmi seçmemde etkili oldu. Zira filmde de bir gecekondu mahallesi ve yerinden yurdundan olan insanlar var. Öykünün o Yeşilçam samimiyetine göz kırpması da cabası…
Hüseyin karakteri ise yazarken gelişti denilebilir. Hüseyin’i daha çok yaşadığı ikilemle göstermek istedim. Annesinin vasiyetini yerine getiren bir evlat mı yoksa hayatın getirdiklerini kabullenip kendine yeni bir yol çizen evlat mı? Bu ikiliği verebilmek için çok uğraştım. Defalarca yazdım, çizdim. Onun gibi hissetmeye çalıştım, onun gibi düşünmeye çalıştım. Yağmur yağarken onun gibi dışarıyı izledim. Hayatta tek başına kalmış bir insan gibi olduğumu hayal ettim. Uzun sürdü bu öyküyü yazmak. Günlerimi aldı. Hemen akıp gitmedi.
Öykülerimin sonunda okurları işe koşmayı seviyorum. Sigara öykümde de bu durum var. Öykünün sonunda Hüseyin’in verdiği karar belli olsa da bu karardan sonra neler yaşanacağı tamamen okura kalmış durumda. Öykünün asıl sonunu okur kendince yazacaktır. Ne de olsa her son aslında yeni bir öykü başlangıcıdır.