“Bunca korku, bunca hüzün belki de yaşamanın bir parçası ancak çok fazla parçasını oluşturmuyor mu artık? Bunları düşünmek bazen altında ezildiğini hissetmek yüzümü yine de edebiyata dönmemi sağlıyor.”
11-01-2024
Bir roman veya öyküde, herhangi bir kahramanın yaptığı bir hareketi, yaşanan olay karşısında gösterdiği tepkiyi, söylediği cümleyi, kişiler karşısında tutum ve tavırlarını okuyucu kendi yaşam tecrübelerine göre yargılarsa, orada edebiyatı gerçekle bağdaştırmak konusunda bir sıkıntı yaşamaya başlayacaktır. Kurgunun dünyasından zevk almak yerine, kurguyu kendi yaşadığı dünyaya göre yargılarken, okuduğu eseri de asıl bağlamından koparmış olacaktır. Yine karakterin yaptıklarını, yazarıyla bütünleştirmeye çalışmasının bir yere kadar geçerliliği olsa da tam anlamıyla bunun öyle olması da beklenemez. Yazardan bir parça taşıyor olabilir ama yazarın kendisi değildir. Yazar kendini yarattığı karaktere gizlemiş olabilir ama o karakter, yazar değildir.
Roman veya öyküdeki kahramanın/kahramanların kendilerine ait düşünceleri, karakteristik yapıları vardır. Bunlar bizim yaşadığımız hayatla tamamen ters düşebilir. Bizim bir olay karşısında verdiğimiz tepki, tutum, söylediğimiz söz bu kurgu dünyasında çok farklı olabilir. Bu, eser kötü olduğu için değil, bizden farklı olduğu içindir. Bu yüzden okuyucu, “ben olsam böyle yapardım,” diyerek karakteri suçlamaya başlarsa, okuduğu metinden zevk almayabilir. Herkes okuduğu eserde bir parça kendini görmek isteyebilir ancak buna kendini kaptırmanın ve sadece kendini bulabilmek için okumanın bir getirisi olmayabilir. Bazen sadece kendini bulmak yerine, kaybetmekte gerekir, bunu da geç olsa da fark ederiz. Yine okuyucu, “ben olsam böyle yapardım,” diyebilir fakat bu yaklaşım bilinçli olduğu zaman eserin akışına hız kazandırabilir, kendisi için daha iyi hale getirebilir. Edebiyatta, okuduğumuz eserlerde kendi tecrübelerimizin yeri her zaman olmaz.
14-01-2024
Arşivlere bakmak eskiden çıkan dergi, ilan ve gazeteleri karıştırmak hep ilgimi çekmiştir. Küçüklükten beri gördüğüm her yazılı materyali okumaktan gelen bir şey belki de bu. Bir de eskiden ne yazmışlar ne konuşmuş ne tartışmışlar diye bakmak hoşuma gidiyor. Şu an günlük konuşmalarımız da dahi dile getirmeyi “ayıp” ya da “yanlış” bulduğumuz kelimelerin, o zamanların gazete ve dergilerinde hiç tuhaf karşılanmadan kullanılmasıyla karşılaşmak bu kelimelerin zamanla nasıl bu hale geldiği sorusunu uyandırıyor. Tabii bunun cevabını bulmak bazen çok uzun araştırmalar gerekiyor. Kelimenin peşine düşmek gerekiyor.
Arşivlerin diğer güzel yönüyse, sevdiğim yazarların yazdıklarıyla bu eski dergilerde karşılaşmanın benim için anlamı bir hafıza yolculuğu gibi. Bazen kitaplarında olmayan, unutulmuş şiir ve öykülerle bile karşılaşabiliyorsunuz.
15 Ocak 1948 tarihinde yayınlanan Edebiyat Dünyası dergisinin bu ilk sayısında Sait Faik’in bir öyküsü var, Balıkçısını bulan olta. Bu öykü Son Kuşlar adlı öykü kitabında yer alıyor. Öykü, yazarın künyesi belirtilmese bile Sait Faik’in elinden çıktığını belli ediyor. Öykü, o zamanın şartlarına dair bir şeyler gösteriyor. Bize sorular soruyor, kendimize sorular sormamızı istiyor. Bir yanıt vermeye de zorluyor sizi.
“Yazı yazmam için bana çiçek, kuş hürriyeti değil, içimdeki aşkın, deliliğin, oturmaz düşüncenin hürriyeti lazım. Küçük hürriyetler değil, alabildiğini yüz verilmiş bir çocuk hürriyeti istiyordum. Bu bana lazımdı. Yoksa her şeyi ağzımda gevelemekten başka ne yapabilirdim?”
16-01-2024
Filistinli yazar Shibli Frankfurt Kitap Fuarı’nda alacağı ödül töreninin iptal edilmesi sonrasında konuya dair düşüncelerini dile getirdiği bir yazı yazmış. “Etrafımıza bakıp bugün yarından daha iyi diyebileceğimiz bir noktaya asla ulaşamayacağımızdan korkuyorum.” diyerek dile getirdiği durum belki de artık umutsuzluğun giderek tüm insanlığın üzerinde hakimiyetini hissettirdiği bir yerde. Birine konuşma imkânı vermek, diğerinin sesini kısmayı gerektiriyorsa, ortaklaşamadığımız bu dünya yaşanabilirliğini giderek kaybediyor demektir. Bilinçli bir şekilde gittikçe körüklenen nefret insanlar üzerinde yarattığı korkuyla büyürken bu korku yarına bakışımıza dair ümitlerimizi sömürmekten başka bir işe yaramıyor. Edebiyatın işleviyse artık, ongünlük 10’da belirtmiştim; “Duyurabilir ama durduramaz”dan öteye bir rolü aşması zorlaşıyor, imkânsızlaşıyor. Uzun zamandır zaten edebiyata böyle bir rol biçemeyeceğimizi düşünüyorum. Çok önceden kitleleri harekete geçirmek için önemli bir etkendi belki de ancak günümüz dünyasında hâlâ böyle olduğunu söylemek gerçekten zorlama bir söylem. Öyle olsaydı, Shibli’nin başına gelen olaydan sonra yer yerinden oynamaz mıydı? Tepkiler gösterildi evet ama bu bir kitleselliği yakalayamadı. Hatta Türkiye’deki yayıncısı olayın üzerinden günler geçtikten sonra bir cümleyle geçiştirdi bu durumu. Bir şeyleri durdurmayı başaramadı ama duyurarak çok değerli bir iş yapmış oldu. Sonrasında yaşananlara baktığımızda yine Shibli’nin duruşu belirleyici oluyor. Sizin kuklanız değilim, diyerek gösterdiği tavır kıymetlidir. Yaşadığı korkuysa, belki de artık bir çoğumuzun içinde çoktandır yer etmiştir.
Bunca korku, bunca hüzün belki de yaşamanın bir parçası ancak çok fazla parçasını oluşturmuyor mu artık? Bunları düşünmek bazen altında ezildiğini hissetmek yüzümü yine de edebiyata dönmemi sağlıyor.
“Mermere düşen yağmur hüzündür;
hüzündür toprak olmak
İnsanın, düşün, şafağın
parçası olmamak hüzün.” / Jorge Luis Borges – Altın ve Gölge
18-01-2024
Bugün Ardahan’da Çıldır Gölü’ndeki görüntüleri gördüm. Her yıl festival havasında tekrarlanan bu görüntüler bugün ayrı bir güzel göründü gözüme. Karın yağışı bende her zaman görsel bir şölenmişçesine hayranlık uyandırır. Bunun üzerine donmuş gölün üzerinde paten kayan, halay çeken insanları izlemek içimde anlatamadığım bir sevinci doğurdu. Birkaç gündür, Bir Zamanlar Çıldır adında bir öykü yazarken bu görüntülerle karşılaşmanın bunda payı vardır elbette. Ancak her zaman, donmuş bir gölün içimde yarattığı, aşamadığım bir korkuyu da tetiklediğini itiraf etmem lazım. O gölün üzerinde yürüsem bile tedirgin olacağımı biliyorum. Buzun kalınlığını düşünmekten alamıyorum kendimi. Bugün paylaşılan görüntülere bakarken bile buzun kalınlığı geldi önce aklıma. Ardından balıkları düşündüm nedense. Gücümün veya ağırlığımın o buz tabakasını kıramayacağına emin olmam pek bir şey değiştirmiyor. Buz tabakasından inceyimdir. Yine de ya bir ayağım delerse buz tabakasını?
“denizlerden ince miyim, niceyim?
bir görgüsüz güneş,
bir yetişkin düş;
âh, bu güne ne derim
kaldı ne kemik…” / Hilmi Yavuz – tâ, sîn, mîn (sekiz)
19-01-2024
Hrant Dink namertçe öldürüldüğü zaman çok küçüktüm. Ama o gün zihnimde yer etmiş, dün gibi hatırlıyorum evde konuşulanları. Anneme “kim bu adam, niye öldürmüşler,” diye sormuş karşılığında “gazeteci ve Ermeniydi,” cevabını almıştım. Kafama çiviyle kazınmıştı sanki bu iki kelime. O zamanlar durumumuz yoktu ve annemin temizliğe gittiği bazı evler vardı. O evlerden birinin sahibi Ermeni bir kadındı. Çok nazik, hoş bir kadın olduğunu hatırlıyorum. Hrant Dink’in katledildiği gün annem onun evindeydi. Döndüğünde çok üzgün olduğunu hatırlıyorum. Ermeni kadının saatlerce ağladığından bahsetmişti. Oysa bu olay yaşanmasa ertesi gün Hrant Dink’le buluşacaklarmış, çok yakın arkadaşlarmış. Çok yakın bir arkadaşı kaybetmenin hüznünü yaşamanın ne demek olduğunu çok iyi biliyorum. Öldürüldüğünde çok küçük olmama rağmen sonrasında bu tarz ölümlerin ağırlığını hep yüreğimde hissettim. Aklımdan çıkaramadığım ve şu an bile gözümün önünde duran Mavi Bisikletli Gazeteci var bir de. Sadece gazete dağıtıcılığı yapan bu adamı arkasından vurarak katletmişlerdi. Onun “gazeteci ve Kürt” olduğu gerçeğini birinin bana söylemesine gerek kalmayacak yaştaydım. Hrant’ın ölümünden yedi yıl sonra beni en çok etkileyen ölümlerden bir tanesiydi. Hrant Dink’in katledilmesi üzerinden 17 yıl geçmesine rağmen ilk aklıma gelen “gazeteci ve Ermeniydi,” cümlesi olur. Bu iki ölümü de dün gibi hatırlarım. Acılarını da.