“Şiir elbette devleti yıkmaz ama taşlarını yerinden oynatır.”
31-01-2024
Anlamın olmadığı bir ritme kendimi kaptıramıyorum. Ritme uyum sağlasam dahi, bu ne diyor, diye sormaktan kendimi alamıyorum. Bu yüzden şiirde anlam benim için öncelik ifade ediyor. Hem ritmi, sesi hem de anlamı bütün olarak var olmalı. Sadece ritme kendini kaptıran bir şiirin anlamsızlığında kaybolmak bana göre değil. Böyle şiirler beni yoruyor. Yeniliklere karşı biri değilim sadece her yeniliğin iyi olmadığına inanıyorum. Bu sadece sanatta veya edebiyatta değil her alanda geçerli.
01-02-2024
Şiirin yıkıl demesiyle devlet, dur demesiyle zulüm bitmez. Değersizleştirmek için söylemiyorum bunu. Sadece son zamanlarda özellikle İslamcı kanadın sürekli Filistin meselesi üzerinden vasat şiirler yazıp, her yazdıkları şiirin İsrail’e beddualar düzmekten öteye gitmemesinden dillendiriyorum. Art arda dizilen beddualar, eski birkaç kelimenin aralara serpiştirilerek çarpık birkaç cümlenin alt alta yazılması şiirin asıl gücünü de öldürüyor. Şiir elbette devleti yıkmaz ama taşlarını yerinden oynatır. Şiir bir zulmü bitirmez ama duyurur. Önemli olansa bu gücün farkındaki cümlelere hayat vermek.
05-02-2024
Agnes Varda’nın 1985 yılında çektiği filmi “Sans Toit Ni Loi” (Yersiz Yurtsuz) soğuktan donarak ölmüş bir kızın hendekte bulunmasıyla başlıyor. Film bu kızı tanımak amacıyla izine düşüyor.
“Yersiz Yurtsuz” neyi temsil ediyor? Edward Said’in anı kitabı da aynı ismi taşıyor. Oradaki yersiz yurtsuzluk bir kaybedişi daha doğrusu ellerinden çalınan bir yurdu anlatıyor. Agnès Varda’nın bu filmiyse bir yere sığamayan, pislik ve özgürlüğü bir arada yaşayan bu iki gerçeğin arasında gidip gelen bir film. Özgürlük farklı bir bakışla pislikte kendime anlam bulmaya çalışıyor. Her iki Yersiz Yurtsuz’un ortak noktası kimlik ve aidiyet mücadelesi. Aslında bu iki kelime tam anlamıyla bir ait olamama, bunun için mücadele etmeyi çağrıştırıyor. Varda’ bu filmiyle çarpıcı bir toplumsal eleştiri yapıyor.
Kaybediş Said’in kitabında olduğu gibi burada da var ancak elinden alınan bir yurt olduğu için değil. Sistemin tekdüzeliğinin verdiği “yer”in Mona’ya dar gelişiyle alakalı. Tekdüzelik, itaat ona bir yer ve yurt verecektir ancak bu yerde ne kadar kendisidir? Ne kadar özgür, “pislik”ten arınmıştır?
Mona’yı yolda yürürken (ki genelde bir yürüyüş halindedir, onun yürüyüşüne ortak oluruz), çadır kurarken, yemek yerken, otostop çekerken, ıslanır veya para kazanmak için günlük işlerde çalışırken görürüz. Bazen kayan sahnelerde hızlıca görünmesiyle kaybolması bir olur. Buradan Mona’nın bu yerleri de kendine yurt edemediğini, hiçbir yere ait olamadığını anlarız.
Misafiri olduğu çobana, hayalinde ona ait bir toprağının olduğunu ve bu toprakta patates yetiştirmek istediğini anlatır. Çoban ona kalması için karavanını ve ekmesi için toprak verir. Mona’ysa toprağın yanından bile geçmez. Çünkü toprak sorumluluk ve yerleşmek demektir. Oysa o yerleşmeyi istemez.
Tunuslu Assoune’nin yanında kalmak ister. Tunuslu budamacı “bana yardım edersin, ben de sana bakarım,” der. Ancak Fas’a ailelerinin görmeye giden arkadaşları döndüğünde Mona’yı istemezler. Hem Mona için “yer” yoktur hem de bir kadının orada olmasından rahatsız olurlar. Assoune’de hiç çaba göstermez Mona için. O ana kadar kimseyi umursamayan Mona Tunusluya karşı kırılır, öfkelenir. İlk defa bir yerde kalmak istemiştir, mutludur ama orada ona yer yoktur.
Bundan sonrası savrulmadır. Artık bu durum onu yorar ve bir çıkış arar. Ancak ilk düştüğü yer aynı zamanda mezarı olur.
07-02-2024
Bunca kötülük arasında, yozlaşmanın, ölüm ve öldürmenin normalleştirildiği bir ortamda hâlâ yaşama sevincimizi bahar geldiğinde açan çiçekler canlandırıyorsa bu ağırlığı nasıl taşıyacak bir dal parçası?
“Deli eder insanı bu dünya
Bu gece, bu yıldızlar, bu koku
Bu tepeden tırnağa çiçek açmış ağaç” / Orhan Veli
08-02-2024
Saat neredeyse on ikiye geliyor. Ama dışarıda sanki kıyamet kopuyor. Çöp arabaları, su tankerleri sokakları turluyorlar. Her pazar kurulduktan sonra bu böyle. Etraftaki kirliliğe bakınca ne diyeceğini bilemiyor insan. Pazar gezmeyi seven biri olmasam da kültürel olarak önemli buluyorum. Zaten M.Ö. 3000 yılına kadar dayanıyormuş pazar kurulmasının tarihi. Peki bunca geride bırakılan kirliliğe ne demeli? Bunun bir çözümü yok mudur? Her pazarcının yanında büyük çöp poşetleri olsa veya belediye birkaç tezgâhın ortak kullanabileceği çöp konteynerleri yerleştirse, gün içerisinde çıkan çöpleri buraya atsalar hem bunca su israfının da önüne geçmiş olurlardı. Ama kim uğraşacak çöp torbasıyla, kovasıyla değil mi? Herkes kendi alanını temizlese yine hiçbir kötü görüntü kalmazdı geride. Ancak kimsenin olduğu yeri temiz tutma gibi bir derdi yok.
09-02-2024
Bir gün otobüsle Eminönü’ne giderken, bir adam dörtlüleri yakıp yolun ortasında durdu. Arabadan inip, kaldırımdan bir taş aldı ve elindeki nazar boncuğunu yere bırakıp parçaladı. Ardından hiçbir şey olmamış gibi arabasına binip gazladı. Bir kişi bile kornaya basmadı, herkes merakla adamı izledi. Bu başlı başına bir öykü. Yazacağım bir gün.