“Konuş! Sen nerelisin?”
31-03-2024
Ülkenin her alanında çürümüşlük kendisini iliklerine kadar hissettiriyor. Buna karşı bazen çok sıradan, günlük bir cümle, bir soru çok büyük etki yaratabiliyor. Birileri yüzünü saklarken, bir soru her şeye karşı durabiliyor. Bazen bir soru, her şeyin cevabı oluyor. Bir insanın durduğu doğru yer, bir orduyu yolundan çevirebiliyor. En derinden gelen bu ses, şimdi herkesin kulaklarında yankılanıyor, “Konuş! Sen nerelisin?”
05-04-2024
Kendimizi çok abartmamamız gerekiyor. Yazarlığın öyle kutsanacak hiçbir tarafı yok. Değersizleştirmeye çalışmıyorum ne de olsa ben de bir yazarım ve çocukluktan beri hayalim bu. Ancak büyük bir çoğunluğumuz bugünden itibaren yazmayı bırakırsak ne olur? Kaç kişi bunu fark eder, samimi olduğumuz dostlarımız ve ailemizden başka? Kaç kişi yazılarımızı merakla takip ediyor? Sonuçta bin adet basılan bir öykü kitabının dahi zar zor ikinci baskıya gittiği, bazen de gitmediği bir ülkede, zamanda yaşıyoruz. Birbirinin kitaplarını alan yazarlar olmasa belki de kitap satışları daha da düşecek. Böyle bir ortamda yazdıklarımız bir topluma ışık oluyor ve herkes dört gözle bizi bekliyormuş gibi yaklaşmanın, kendimizi, yazarlığımızı kutsallaştırmanın hiçbir manası yok. Yazdıklarıyla var olan ve hiç eskimeyen yazarların, hep mütevaziliği, bu işi kutsallaştırmadan ama en iyi şekilde yaparak kalıcı olduklarını görmek zor değil.
07-04-2024
Ferit Edgü’nün Sonumsu adlı küçürek öyküsünü yedi farklı şekilde yazmaya çalıştım. Bunu yaparak daha iyi bir şey ortaya koymayı düşünmedim. Edgü’nin öyküsünde bir problem gördüğüm için de yapmadım bunu. Kendi haddimi bilerek, sadece, daha farklı nasıl olabilir, üzerinden düşünürken yedi farklı küçürek öykü ortaya çıktı.
“Saatine bakmayı unutma, dedim.
Ama bunun ne gibi bir yararı olabilir ki, dedi son soluğunu verirken.”
1.
Bileğine saplanan ağrıyla fark etti ki saati yoktu.
Artık bunun önemi de yok, tüm zamanı kaybettik, dedi gözleri usulca kapanırken.
2.
Duvardaki saate baktı, saatin arkasından kapıya doğru ilerleyen çatlağa.
Kolundaki saat durmuştu. Üzerine beyaz örtüyü çektiler.
3.
Saat kaç, diye sordum.
Bunun senin için ne önemi var artık, her saniye son saniye, dedi Azrail.
4.
Saatine baktı, yerinden doğrulmaya çalıştı.
Zorlama kendini, dedim, uzanırken de ölebilirsin.
5.
Saatine bakmayı unutma, dedim.
Hiç saat takmadım koluma, dedi son soluğunu verirken.
6.
Antika bir saat bu, dedim.
Yani benden çok daha önce öldü, dedi başı yanına düşerken.
7.
Saat kaç, diye sordu.
Cevap vermeme fırsat bile kalmadan, son nefesini verdi.
09-04-2024
Kendimize uyguladığımız bir otosansür var. Bu var olan bu çarkın dışına çıkamamızdan kaynaklanıyor. Her ne kadar sistemin işleyişindeki yanlışları görsek de bir şeylerin dışında kalmak bizi korkutuyor. Yaşadığımız kaygılar, süren yanlışlara karşı ancak bir arkadaş ortamı sohbeti boyutunda eleştirilmekten öteye geçmiyor. Kendimizi gelebilecek tepkilere hazır hissetmiyor veya bir planımız varsa bozulmasından çekiniyoruz. Edebiyat dünyamızın bunca eleştirisiz kalması ve her çıkan kitabın üzerine onlarca övgüyle yazılar yazılması da bunun sonucu. Hepimiz yanlışları dillendiriyoruz ama ortaya konuşuyoruz. Bunun hiçbir değeri olmadığı gibi hiçbir şeyi de düzeltmiyor. Şu an bu yazıda da yaptığım gibi okun kime ya da kimlere dönük olduğu belli değil. Belki de sadece aynaya karşı konuşuyorumdur. Bir şeylere karşı durmanın sonucu size karşı büyüyen tepkilere yol açabilir. Bu yanlıştır demek öyle kolay değil. Özellikle “piyasada” kabullenilmiş bir “isminiz” yoksa. Çünkü her şeyin “isim” olduğu bu zamanda, böyle olmadığını söylemek ancak kendini kandırmak olur. “Sen kimsin de bunları söylüyorsun” cümlelerine karşı durabilecek güçte ayaklarımız varsa bizi durduran ne? Bir çevrede kabul görme arzusu mu? Öyleyse tüm dile getirdiğimiz yanlışların, hata ve kötülüklerin ortağı olduğumuzu ne zaman kabul edeceğiz?