İnsanlar, cezalandırılmayacaklarını bildikleri ortamlarda nasıl da gerçek niyetlerini gösteriyormuş, şaşırarak tecrübe ettim.
Polisiye yazarı Doruk ATEŞ’in yeni kitabı Su Aktı Olan Yine Bize Oldu, büyük bir yıkıma uğramış bir şehirden memuriyete başladığı şehre gitmek zorunda kalan emekli bir orman mühendisinin gözünden aslında hepimizin tanık olduğu olayları anlatıyor. Kitap; yıkımı, umudu, umutsuzluğu ve toplumsal hayatımıza yön veren seçimleri ele alıyor. Ayrıca sıradan insanın güncel sorunlarına da odaklanarak yaşadığımız çağı anlatmaya ve yazarın gördüğünü anlatması gerektiğine vurgu yapıyor.
Polisiye edebiyat kimilerince sadece katil ile maktul arasında gidip gelen, kurmaca olaylarla okurun bulmacayı çözmesini sağlayan bir tür olarak görülse de son dönemde toplumsal olaylara ve anlattığı çağda yaşayan insana, suça ve suçun temelini oluşturan psikolojik ve sosyolojik temellere eğilen örnekleriyle olması gerektiği çizgiyi yakalamış gibi görünüyor. Doruk ATEŞ, son romanında yıkımın mahvettiği bir şehirden afete uğramamış bir şehre doğru okuru yolculuğa çıkarırken, insanı, toplumu ve sosyal hayatımızı etkileyen seçimlerimiz üzerinde yıkımın toplumsal ve bireysel boyutunu gözlemleyerek bir hikâye yaratıyor. Suçu, suçluyu, isim vermeden hikâyenin merkezine koyuyor ve bunlar üzerinden tespitlerini sunuyor. Bu bakımıyla sosyal dokumuzda yaşanan tahribatın yer sarsıntısından kaynaklanmadığına ayna tutan Su Aktı Olan Yine Bize Oldu özelinde ülkemizi, suç edebiyatını ve polisiye edebiyat dünyamızı Doruk ATEŞ ile konuştuk.
Melih Günaydın: Su Aktı Olan Yine Bize Oldu, yaşadığımız büyük yıkımı, sarsıntının ilk anından başlayarak, yaşanan büyük çaresizliği, hayatın anlamını, seçimlerimizi ve bunların sonuçlarını yarattığın bir karakter üzerinden işlerken, ortaya ne kadar aslında ne kadar berbat bir hayat yaşadığımız gerçeği çıkıyor. Bu romanı kaleme almayı düşündüğün ilk andan bitirene kadar seni en çok etkileyen olay neydi? Bir de kitabın yazım sürecinden bahsedebilir misin?
Kitabın yazım süreci, bu karmaşıklığın ve derinliğin üzerine inşa edildi. İlk başta, ana karakterin iç dünyasını keşfetmek için uzun bir hazırlık süreci geçirdim. Bu süreçte karakterin geçmişi, duygusal zorlukları ve içsel çatışmaları üzerinde derinlemesine düşündüm. Ardından, bu içsel yolculuğu, yaşanan büyük yıkımın dışsal yansımalarıyla birleştirmek için kurgusal olayları oluşturdum.
Yazma sürecinde, karakterin yaşadığı zorlukları ve çaresizliği kendi deneyimlerimle ve gözlemlerimle harmanladım. Kitabın her bir sayfası, içsel bir hesaplaşmanın ve toplumsal bir eleştirinin ürünü olarak şekillendi. Yazarken, insanın kırılganlığına ve hayatın anlamına dair derin düşüncelere daldım ve bu düşünceleri okuyucuya aktarmak için titizlikle çalıştım. Her bir cümle üzerinde defalarca düşündüm diyebilirim.
Melih Günaydın: Adam Phillips, Yasak Olmayan Hazlar kitabında “Gözdağından doğan ahlak, ahlaksızlıktır.” diyor. Benzer bir cümleyi senin romanda kâtibin ağzından işitiyoruz. Öncesinde, “İnsanlar, cezalandırılmayacaklarını bildikleri ortamlarda nasıl da gerçek niyetlerini gösteriyormuş, şaşırarak tecrübe ettim,” diyorsun ana karakterin ağzından. Aynı soruyu ben de sormak istiyorum. Bunu anlamak için büyük bir yıkım mı yaşamamız gerekiyordu?
Doruk Ateş: Soruna, “sanırım” şeklinde cevap vermek istiyorum. Büyük bir yıkım yaşamadan da insan doğasının derinliklerini ve davranışlarının temellerini anlamak mümkün olabilir mi, evet. Ancak yaşanan büyük olaylar ve yıkımlar, insanların maske takmadan, içlerindeki gerçek niyetlerini ortaya çıkarmasına neden oluyor. Toplumsal normların ve kuralların geçersiz kaldığı, cezalandırılmayacaklarını düşündükleri durumlarda insanlar gerçek doğalarını daha özgürce ifade ediyorlar.
Daha önce 2021 yılında ülkemizde meydana gelen orman yangınlarında görev yaptım. Orada da benzer şeyleri görmüştüm ama bunların anlık dışa vurumlar olarak varsaymıştım. Sonradan görmek zorunda kaldığım afet bölgesi ise bana, insanların iç dünyalarını görmek için bir fırsat olmuş demek ki, bilemiyorum.
Melih Günaydın: Romanda ilginç bir durum var. Herhangi bir yer ismi, kurum ismi ve şahıs ismi yok. Özellikle baktım, deprem sözcüğü bile geçmiyor. Ama anlattığın hikâye tamamen bize özgü. Yaşanan büyük felaketi anlatıyorsun. İsim kullanmaman ülkenin politik atmosferinden kaynaklanan bir korkunun yansıması mı?
Bu nedenle de romanımda isim kullanmama kararı, ülkenin politik atmosferinden kaynaklanan bir korkunun yansıması falan değil. Romanımda bilinçli olarak yer ve kişi isimlerinden kaçındım, çünkü böylelikle okuyucunun olayları daha genel ve evrensel bir düzlemde algılamasını sağlamayı hedefledim.
Ülkemizde yaşanan büyük felaketin ve toplumsal sorunların ele alındığı bir hikâyeyi anlatırken, spesifik isimler kullanmak yerine, herhangi bir yerde yaşanabilecek benzer bir durumu tasvir etmeyi tercih ettim. Bu şekilde, okuyucuların kendilerini hikâyenin içine daha kolayca yerleştirebileceklerini ve olayların toplumsal boyutunu daha iyi anlayabileceklerini düşündüm.
Ayrıca, isim kullanmama kararı, hikâyenin zamansızlığını ve herhangi bir döneme, mekâna veya topluma özgü olmamasını sağladı. Bu da okuyucunun romanı okurken kendini daha fazla bağlanmış hissetmesine ve hikâyenin derinliklerine daha kolay inmesine imkân tanıma amacının ürünü.
Melih Günaydın: Bu romanda suçu ve suçluyu bir soruşturmaya dahil etmeden anlatıyorsun. Aslına bakarsan kâtip ile şefin bir nar ağacının altında oturup olanları konuştuğu bölümler bana altın çağ polisiyelerindeki dedektifin herkesi bir salona toplayıp olayı çözümlediği sahneyi anımsattı. Bu açıdan bu romanı polisiye edebiyat içerisinde değerlendirebilir miyiz?
Doruk Ateş: Bu soruya cevap vermek için öncelikle polisiye edebiyatın sınırlarını belirlemek gerekir ki bunu ben yapamam. Edebiyat tarihçisi veya araştırmacısı değilim. Eski neşriyat lisanında; “Cinai zabıta romanı” ismiyle anılan tür nasıl polisiye ismini almış onu irdelemek, bu adlandırmadan kurtararak türün temel ögelerini içine alan yeni bir isimlendirme yapmak gerekli diye düşünüyorum.
Evet, kitapta, “birden fazla suç” var ama bir soruşturma yok. Ayrıca senin bahsettiğin Altın Çağ Polisiyelerinde çokça var olan yüksek gözlem gücüne sahip ve üstün zekâlı bir dedektif, garip davranışları olan yardımcı, dedektifin suçluyu ortaya çıkarışını anlatan şaşırtıcı bir sonuç bölümü falan yok. Salon bile yok. Ne var, herkesin gözü önünde işlenen suçlar ve suçları görmemizi sağlayan bir yıkım var. Tipolojik olarak da türün özelliklerini (birileri tarafından dayatılan saçma sapan kurallardan bahsetmiyorum) barındırdığını söyleyemem.
Melih Günaydın: Edebiyat dünyasında polisiye romanlar basit bir anlatıya sahip, zaman geçirmek için okunan metinler olarak gösteriliyordu. Ancak son yıllarda yazılan eserlerin yaşadığımız kentlere, memlekette meydana gelen olaylara, toplumsal yapıya dair önemli saptamalar yaptığı, yazarların yaşadığımız çağa ve topluma dair meseleleri ele aldığı açıkça görülüyor. Sence polisiye edebiyata yönelik önyargılar değişti mi? Polisiye edebiyatımız geldiği yeri nasıl değerlendiriyorsun?
Doruk Ateş: Polisiye edebiyata yönelik önyargıların değişip değişmediği konusunda net bir şey söylemem mümkün değil. Ancak son yıllarda türün daha fazla ciddiye alındığı ve edebi değerinin anlaşıldığı bir eğilimin varlığını görebiliyorum. Senin de dediğin gibi artık polisiye romanlar sadece eğlence aracı olarak değil, aynı zamanda toplumsal eleştirilerin yapıldığı, derinlikli karakter analizlerinin sunulduğu eserler olarak kaleme alınıyor.
Polisiye edebiyatımızın geldiği noktayı değerlendirirken de bu türün evrimini ve artan edebi niteliğini ve alt türlerini göz önünde bulundurmak önemli. Bilirsin ki evrimi sürdüren iki temel süreç vardır: Doğal seçilim ve genetik sürüklenme. Bu süreçlerin ilki olan doğal seçilim, bulunduğu ortama en iyi uyum sağlayan bireylerin hayatta kalmasını ve kendi genlerini döllerine aktarmasını, rakip bireylerin ise üreme şansı bulamayıp genlerinin ortadan kalkması sonucunu doğurur.
Bence edebiyat, yaşayan organizmalar gibi bir evrim sürecinden geçiyor. Bu evrim sürecinde yeni alt türler ortaya çıkıyor, bazıları hayatta kalabilirken bazıları doğal seleksiyona uğrayarak yok oluyor. Yaşadığımız çağı, toplumu ve dünyayı iyi anlatan nitelikli eserler hayatta kalıp türlerini devam ettirirken toplumdan uzak, yıllar öncesinin izlerini taşıyan ve birbirinin aynı olan eserler ve bu eserlerin ait olduğu alt türler yok olmaya mahkûm. Günümüzde kaleme alınan, sadece suçun çözülmesine odaklanmayıp aynı zamanda toplumun ve insanın derinliklerine inen, zengin ve karmaşık hikâyeler sunan polisiye türleri yaşamlarını sürdürecek.
Polisiye edebiyatımızın geldiği yere bakarak da daha zengin, daha çeşitli ve daha derinlikli bir tür olarak değerlendirildiği bir yerde olduğunu görüyorum. İçinde çürük, bulunduğu ortamda tutunamayacak eserler yok mu, evet, var. Onların da bu evrim sürecinde yok olacağını öngörüyorum.
Melih Günaydın: Bu noktada şunu sormak istiyorum. Türklerin polisiye yazamadıklarına dair bir eleştiri var. Hatta yakın zamanda da kötü polisiyelere ilişkin liste yayımlayanlar oldu. Bu liste hakkında ne düşünüyorsun? Bir de Türkler polisiye yazamıyor mu sahiden?
Doruk Ateş: Ben Türklerin polisiye yazamadıkları eleştirisini bir söylenti veya yanılsama olarak görüyorum. Dünyadaki örnekleriyle yarışacak düzeyde nitelikli eserler ortaya konuyor. Bu yanılsamanın temel sebebinin de her ne kadar günümüzde görece sayısı artmış olsa da yetersiz sayıda eser yazılmış olmasına ve tanıtım eksikliğine bağlıyorum. Bizim kitaplarımız okunmuyor ki iyisi kötüsü ortaya çıksın.
Net rakamları bilmemekle beraber gerek Avrupa’da gerekse Amerika’da (diğer kıtalarda durum ne hiç bilmiyorum) bizdekinden çok daha fazla polisiye eser üretiliyor. Bu eserlerden de niteliği fazla olanlar çevrilerek ülkemizde yayımlanıyor. Kendi ülkelerinde beğenilmemiş eserlerin de ülkemizde yayınlandığını kimse iddia edemez herhalde. Yani yabancı polisiyelerden belli kıstasları yakalamış, beğenilen yazarların çok okunan kitaplarını raflarda görüyoruz. Bizim eserlerimiz ise çoğu zaman rafa bile çıkamıyor. Bu nedenle de Türkler polisiye yazamıyor söylentisi altı boş bir safsatadan ibaret.
Kötü polisiye listesi hazırlayan zevata gelirsek. Tıpkı biraz önce bahsettiğim insanların gerçek yüzlerini felaket sonrası gördüğümü anlattığım gibi içinde bulunduğum Poyabir Yönetim Kurulu üyeliğim süreci bana insanların maskelerinin altındaki gerçek yüzlerini gösterdi. Her cemiyette olduğu gibi bizim içimizde de iyi ve kötü insanlar var. Çok şirin görünen insanların içlerindeki kötülüğü defaten tecrübe ettiğim için bunların ciğerlerini bilirim ben.
O listeyi hazırlayan ve türün gelişimine katkı sunmayı amaçladığını söyleyen zevatın böyle bir dertleri olduğunu da bu tür bir listeleme yapacak öngörü ve bilgiye de sahip olduklarını düşünmüyorum. Öznel kriterlerle beğenmedikleri kitapları listeleyen yazarları tenzih ederim ama o listenin temel amacı birilerini karalama. Öyle olmasaydı en başa, tüm eserleri Agatha Christie çakması olan zat-ı şahaneleri yazılırdı. Ayrıca hayattaki tüm başarısı otuzuncu kez çekilen bir filmde figüran rolü oynamak olan, “sana şu kadara olur” diyen esnaflar gibi fuarlarda okur bekleyen tipler, önce kendi eserlerini bir gözden geçirip sonra liste tutsunlar.
Melih Günaydın: Sözü açılmışken sen uzun yıllar POYABİR yönetiminde bulundun. POYABİR’in türün gelişimine bir katkısı olduğunu düşünüyor musun?
Doruk Ateş: Evet, uzun yıllar POYABİR yönetiminde bulunmuş olmam dolayısıyla faaliyetlerinin birçoğunda bulundum. Birlik, polisiye edebiyatın tanıtımı ve yaygınlaştırılması için çeşitli yayınlar, ödüller ve projeler düzenlemiştir. Bu faaliyetler, türün daha fazla okur ve yazar tarafından benimsenmesini sağlamış ve polisiye edebiyatın Türkiye’deki önemli bir tür olarak kabul edilmesine katkıda bulunmuştur. Ama açıkça söylemek gerekirse yeterli katkıyı sağladığını düşünmüyorum.
POYABİR, Türkiye’deki polisiye yazarlarını bir araya getirerek birlikte çalışma ve dayanışma ortamı oluşturmaya amaçlamış, bir araya gelen yazarların ürettiği kollektif eserlerle de türün gelişimine katkıda bulunmuştur. Yine her yıl verdiği Kristal Kelepçe Polisiye Roman Ödülü’de oldukça kıymetlidir.
Ancak ben POYABİR’in düzenleyeceği etkinlikler, seminerler, paneller ve festivaller sayesinde polisiye edebiyatın daha geniş kitlelere ulaşması ve daha fazla okur tarafından tanınmasını sağlayabileceğini düşünüyorum. Ayrıca bir yayınevi kurulabilir, üyelere ve bu türde eser vermek isteyen insanlara editörlük, redaktörlük gibi katkılar da sunabilirdi. Bunları benim yönetimde bulunduğum dönem içerinde başaramadık. Bundan sonra da başarabileceğini düşünmüyorum.
Bunun türlü sebepleri olduğunu da söylemeliyim. Hukuki bir altyapıya kavuşamaması en temel nedenlerden biri. Hukuki bir altyapısı olmaması nedeniyle bir yaptırımı yok, üyelerinin hukuki haklarını koruma noktasında sıfır etkisi var. Ayrıca üyelerinden aldığı sınırlı bağışla yapabilecekleri belli. Bu haliyle bir birlikten çok benzer şeyleri yazmaktan keyif alan insanlar topluluğuna dönüşmüş durumda.
Ayrıca ciddi bir anlayış sıkıntısı da var. Herkesin Birlik’ten beklentileri de farklı. Kimileri türün gelişimini öncelerken kimileri kendilerini önceleyen bir beklentiyle yaklaşıyor Birliğe. Taşın altına elini sokmak isteyen fazlaca insan yok. Üyeler için yeni projeler geliştirme konusunda da çok eksiği var. Yeni projeler sunmaya, türün ve Birliğin gelişmesine katkı sağlayacak projeler getirenlere de maalesef yardımcı olunamadığını, önayak olunacak hususların bile geçiştirildiğini tecrübe ettim. Net olarak diyebilirim ki bir yenilenmeye hem anlayış hem de yönetimsel bir değişime ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.
Melih Günaydın: Önümüzdeki dönem için kitap çalışması var mı? Cinayetlerin peşine düşmeye mi devam edeceksin yoksa başka kulvarlarda mı göreceğiz seni?
Doruk Ateş: Olmaz mı? Ölü Doğanlar isimli kitabımın devam kitabı olan Yaşayan Ölüler bitmek üzere. Hemen arkasından Maskeler isimli bekleyen bir dosyamı tamamlamak istiyorum. Ayrıca Suçüstü dergisinde yayımlanan tefrikam Dümen Suyu’da devam edecek. Başka şeyler de yazmayı düşünüyorum.