Ece Özbaş ile Mavi Nefes Yayınları tarafından yayımlanan yeni romanı Babamın Çirkin Kadınları hakkında konuştuk.
Ece Özbaş: Babamın Çirkin Kadınları az önce bahsettiğim ara dönemimde can buldu. Çocukluğumda yaşadığım tuhaf ve çarpık bir olay kurgunun başlangıcını oluşturdu.
Orta Anadolu eğlence hayatını araştırmaya başladım, belgeseller izledim, makale ve kitaplar okudum, Ankara’da orta sınıf bir pavyona gidip gözlem yaptım, insanları dinledim ve yazmaya başladım, fakat bir şey eksikti, evet bir eleştiri sunuyordum ama bir eleştiri sunarken çözümünü içinde barındırıyor olmazsanız vasat bir dedikodu olur. Ben eğlencenin ruhsal olarak ihtiyaç olduğunu biliyorum, ama bu uğurda durumu aşağı bir seviyeye çekmenin, ruhları körlemesine biçmenin karşısında duruyorum. Abdal kültürü bu anlamda kurtarıcım oldu, Muharrem Ertaş ve Neşet Baba yolumu aydınlattı. Kırşehir’e gidip abdallarla konuştum, mahallelerde dolaştım, kitaplar okudum. Kırşehir kültürel doku olarak muhteşem, insanlar aydın ve konuya dair hassaslar. Ve sonra perde perde açılmaya başladı, artık karakterlerim net bir biçimde görünür oldular, romandaki “Saz Abi” benim bilgilenmemi sağlamış oldu.
Bütün verileri topladıktan sonra bir erkek dünyası danışmanlığına ihtiyacım vardı. Argo sözlüğü yanı başımdaydı, ama aktif sokak dilini daha çok önemsiyorum. Bu anlamda sevgili Atilla Ağırbaş’tan destek aldım, kendisi tasarımcı, mimar ve yazar, fakat erkek dünyasının kadından gizledikleri dile hâkim. Her yazdığımı okuyup yorumladı ve yazdıklarımı netleştirmemi sağladı.
Serkan Parlak: Elinizdeki malzemeyi kurgu için yeniden üretip dönüştürürken nasıl bir süreç işliyor; mekânlar, atmosfer, diyaloglar ve özellikle roman kişileri söz konusu olduğunda.
Ece Özbaş: Benim sürecim şöyle başlıyor: Önce fikri demlendiriyorum, ardından bu fikri en iyi anlatacağım karakterleri seçmeye başlıyorum. Karakterlerin burçlarından memleketlerine kadar her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünüyorum -okura bütün detayları vermesem de karakterin tutarlılığı açısından eksik bir nokta bırakmıyorum – ve onları canlı karakterler haline getiriyorum.
İşleyeceğim konuya dair bilgi birikimimi test ediyorum ve eksik bulduğum noktalarda kitaplara başvuruyorum.
Yazım sürecine geçmeden önce mutlaka işleyeceğim mekânları geziyorum. Babamın Çirkin Kadınları’nı yazarken Ankara’ya tekrar gidip mekânları bu bakış açısıyla gezdim.
Roman kişilerim, benim dostlarım, onları dikkatle dinliyorum. Yazarken onlar mı ben oluyor, ben mi onlar oluyorum karışık mesele.
Ece Özbaş: Bu kullanımla ilgili olarak birkaç vurgum var. Önceliğim elbette “kadın” meselesinin sadece ülkemizde değil, dünyada “ters” bir algıyla değerlendirildiği. Kadını savunanlar “kadın” kavramının içeriğini unutmuş durumda, “kadın nedir?” diye sorduğunuzda kaç kişi bu soruya cinsiyet vurgusu dışında cevap verir?
Bence insan türü açısından şu yüzyılda her şeyi tersten anlıyoruz, kişiselleştirme hastalığımız var, kendimizi tanımlayamadığımız için moda bir rahatsızlık belirdi: “narsisizm”. “Empati” kelimesi moda, ama içeriği boş, herkes “kendi”sinin anlaşılmasını istiyor.
Yani kısaca tersten bakıyoruz, kavramları değerlendirmiyoruz, “anlam”ı abartıp içini boşaltıyoruz.
İkinci vurgu romanın erkek karakterine. Annesi ona yalan söylememişti, gerçeği çarpıtmıştı, çünkü zorundaydı. Okurlar romanı okuduğunda ne demek istediğimi anlayacak.
Son vurgum bir mesaj: Ezberden gitmeyin, dünyayı her yönden değerlendirin, tek bir yön yok. Yuvarlak bir gezegende köşeli bir beyinle yaşamak çarpık bir düşünce.
Serkan Parlak: Odaklandığınız temalardan hareketle özellikle roman türünü seçmenizin nedeni nedir?
Ece Özbaş: Roman benim sıcak yuvam. İstediğim gibi tiratlar atarım, istediğim gibi düşer doğrulurum, yüksek sesle müzik dinleyip dans ederim, söverim, âşık olup ağlarım, tutkudan dişlerim kamaşır, büyük büyük kahkahalarla gülerim, çünkü romanlar benim yuvam. Babamın Çirkin Kadınları’nda Kaan diyor ki: “Romanları küçümseyen insanlara çok şaşırıyorum, ben insanları böyle tanıdım, her çağa uzandım, bir yazar sosyolog kadar gerçek toplumsal çözümlere ulaşır analizleriyle. Yazarlar Homeros’un soyundan bile olabilir, ya da Hermes, gerçi Hermes Tanrı yazıcısı. Olsun. Yazıcı evrenin en büyük izleyicisidir.”
Serkan Parlak: Dünya ve Türkiye özelinde salgın, iklim krizi, savaşlar, göçler ve temel eşitsizlikler üzerinden düşündüğümüzde bu zorlu günleri yazı aracılığıyla daha az hasarla atlatabilmemiz mümkün mü sizce?
Ece Özbaş: Kesinlikle. Başka bir yol yok zaten. Okudukça düşünme pratiğimiz ve çok yönlülüğümüz artıyor ve daha nötr bakma yeteneğine erişiyoruz. Yeni bir çağa hazırlanıyoruz, yapay zekâ heyecan verici bir hızla geliyor. Yapay zekânın en büyük özellikleri, bilgili, tarafsız ve net oluşu. Duygu adı altında yaratılan körlükten ve hakiki olduğunu sandığımız zorlama acılardan uzaklaşmak için mutlak olarak bilgiye sarılmalıyız. Bilinçaltı kirliliğinin şifası dünyayı durmaksızın yeni gözlerle izlemektir.
Serkan Parlak: Son günlerde neler okudunuz? Önümüzdeki dönemde yeni üretimleriniz olacak mı?
Ece Özbaş: Son günlerde yazmayı bitirmek üzere olduğum “Büyücü Ninva” için ezoterik ve mitolojik metinler okudum, notlar aldım. Mısır mitolojisine dair epey kaynak taradım ama hala ortada açıkta duruyorlar, yazarken eksik ya da hatalı bir bilgi aktarmayayım diye durup oturup bakıyorum. Pisagor ve matematik tarihi kitapları okudum. Soluk almak için okuduğum kitaplar var ama kitaplar kıskançtır, yazarken bir romana göz attığımda hızla uzaklaştırıyor beni. Yazma süreci bitince yeniden kavuşacağım elbette.
Atilla Ağırbaş’la sıradışı bir roman yazıyoruz, yine çok araştırma gerektirdi, neyse ki bilgiler taze, daha akışkan olacak.
Distopik bir roman kurgusu kendi ağına çekmeye başladı.
Ve çok keyif alarak yazmaya başladığım ölüm ve yaşamı sorguladığım bir novella var.
Dünyaya anlatacağım çok hikâye var, sıralanmış bekliyorlar. Bilgi benim cennetim. O bana fısıldadıkça ben aktarıyorum ve aktaracağım.
Çok teşekkür ederim.