Uyuşma’nın ilk cümlesiyle birlikte, ismi sakinleri tarafından unutulmuş bir balıkçı köyünde buluyorum kendimi. Issız köyün kuytu köşesindeki kulübede, tortop olmuş uyuyan adam için biraz endişeleniyor ama çokça merak ediyorum. Büyülenmiş gibiyim. Yazarın kurguladığı dünyayı bir an önce keşfetmek istiyor, romanı elimden bırakamıyorum.
Elif Derviş ile Alakarga Yayınları’ndan Ekim 2022’de yayımlanan Uyuşma özelinden yola çıktık edebiyat, ilk kitap ve yazma üzerine söyleştik.
Dilek Üstündağ: Romanda kurduğunuz dil sayesinde, okuyucu kendisini hem yaşadığı dünya kadar gerçek hem de bu gerçekliğe yedirilmiş büyülü bir atmosfer içerisinde buluyor. Neden böyle bir atmosfer yaratmayı seçtiğinizi ve kurduğunuz dilin arkasında yatan etkenleri sormak istiyorum.
Elif Derviş: Yirmili yaşların başındaki ilk öykülerimde genellikle fazlasıyla gerçek, haberlerde okuyunca çok öfkelendiğim, üzüldüğüm, içinden çıkamadığım konuları yazardım. Ezilen insanlar, hakkı çiğnenenler, çilekeş kadınlar, anasız-babasız ya da zulüm görmüş çocuklar. Zaman içinde bunları yazmanın kalbimdeki ağrıyı sağaltmadığı gibi, içimdeki öfkeyi, kırgınlığı daha da yoğunlaştırdığını fark ettim ve uzun süre hiçbir şey yazmadım. Baktım uykularım kaçıyor, acı çekenleri düşünürken ben kaybolmaya başlıyorum, bıraktım. Elbette kalem-kâğıt hep yamacımdaydı ama kurgudan uzunca bir süre uzak kaldım diyelim.
Sonra bir gün, apartmanın girişindeki posta kutusuna takıldı gözüm. Kapağı açıp içine baktım ve o daracık karanlık kutudan bana görüntüler, sesler, kişiler, hikâyeler akmaya başladı. Gerçek olmayan – yani “bu dünyada olamaz” diye ifade ettiğimiz, bir nevi “fantastik” – şeyler. Bizim gibi insanlar, bizimkine benzeyen yerler, ama bambaşka. Bunu yapabilecek olmak sanırım hafifletti beni ve tekrar yazmaya başladım. Var olan bir yer değil, bağlı olduğu bilindik bir tarih ya da toplum yok, ama insanoğlunun ortak paydada buluştuğu duygular, acılar, yalnızlık, mücadele yine mevcut. Başka bir dünyada tanıdık duyguları yazmak daha kolay ve daha keyifli geliyor bana uzun süredir.
Yani, sizin ifadenizle “büyülü” olan bu atmosferleri ve bunların olağan bir sonucu şeklinde ortaya çıkan sade, kendi halinde, ara ara doğa gibi kendini tekrar eden ama akan suyun asla aynı su olmaması gibi bir yandan da yenilenen dili, anlamı yaratmasaydım, dünyaya baktığımda bana çok ağır gelen bazı şeyleri bir kez daha anlatacak gücü bulamayabilirdim sanırım. Ölümü, acıyı, yalnızlığı, hırsı, öfkeyi, haksızlığı, pişmanlığı… Ama aynı zamanda gerçek sevgiyi, sonradan hüzün de verse yaşanırken mutlu etmiş her şeyi. İstedim ki yarattığım dünya hem çok tanıdık olsun, adımızdan, cinsiyetimizden, içine doğduğumuz ülkeden, sosyo-ekonomik durumumuzdan bağımsız, her birimiz olalım içinde, hem de yeni bir yer olsun. Coğrafi, tarihsel kalıplara takılmadan içinde “birlikte” yürüyebileceğimiz ve kendimizden muhakkak bir şey bulabileceğimiz alternatif bir dünya/evren diyelim.
Elif Derviş: Doğanın, sizin de dediğiniz gibi yenileyici ve sürekli oluşu bende öteden beri hayranlık uyandıran bir şey. Biz insanoğlu kendimizi en üstün, en iyi şeylere layık, en önemli varlıklar gibi görüyoruz. Aslolan tek şeyse, doğanın bir parçası oluşumuz. Doğan, büyüyen, yaşlanan ve ölen canlılarız. Sonbahar gelip neredeyse tüm ağaçlar yapraklarını döktüğünde renklere hayran olur, fotoğraflar çeker, şiirler yazar, o müthiş güzellik karşısında büyüleniriz. Halbuki gördüğümüz şey ölümdür. Her sonbaharda. Düşen her yaprak, daha kısa süre önce capcanlı halde dalına tutunmuş ölü bir candır. Sararıp düştüğünde artık ağaçtaki görevi bitmiş, hayat döngüsü içinde çürüyerek toprağı besleyip yeniye destek verme sırası gelmiştir. Bunu yadırgamayız, ne de olsa ağaçtır, yapraktır, doğanın kanunudur. Ama yaşamın bizim – istisnasız her birimiz – için de bu kuralı bozmadığını kabullenmemiz zordur, çünkü insanız ve bağlanıyoruz. Dünyaya, sevdiklerimize, hatıralarımıza, acımıza, sevincimize.
Valhaf doğayla uyumun bozulmadığı, ölümün ve farklı şekillerde yeniden doğmanın hayatın bir parçası olmasının kabul gördüğü bir dünyadan. Daha önce de kayıplar yaşamış, herkes gibi, ama bu alıştığı bildiği hayata devam etmesine engel olmamış. Ancak bu sefer olan biteni, onu çok derinden sarsan bu kaybı atlatması için her şeyi bırakıp gitmesi, kaybolması ve tekrar yolunu bulması gerekiyor. Bir de başkalarından farklı olmadığını görmesi… Bu “mucizevi” bir yolculuk değil aslında yani; her birimizin bazı acılar karşısında mecburen girdiğimiz bir iyileşme yolu. Bizimle benzer acıları yaşamış insanları bularak, anlayamadığımız şeylerin aslında anlaşılması değil yaşanması, içinden geçilip sağaltılması gereken şeyler olduğunu kabule doğru giden bir yol. Toprağın, üzerine düşen o yaprağın kendine karışmasına izin vermesi gibi. İnsanoğlunu hiçbir ayrım olmaksızın duygu anlamında birleştiren belki de tek şeyin bu yoğun duygular, bu çaresizlik olduğunu görüp birbirimize destek çıkma, paylaşarak, anlayış göstererek, şuymuş buymuş diye ayırmamayı öğrenerek.
Dilek Üstündağ: Uyuşma, yedi bölümden ve her bölüm kendi içerisinde farklı sayılardaki alt başlıklardan oluşuyor. Ayrıca romanın bu şekilsel özelliği bölüm ve alt başlıkları süsleyen resimlerle destekleniyor. Bu arada, yanılmıyorsam o resimler de size ait. Sizi bu tercihe iten sebepler nedir? Ayrıca bu seçimin romana katkısı ne oldu?
Elif Derviş: Ana ve ara bölümleri hikâye dinamiğinin gerektirdiği şekilde tasarlamaya çalıştım, çünkü her ne kadar “olay” anlamında çok bir şey yok gibi görünse de, demin de bahsettiğim üzere, doğadaki gibi sürekli bir akış ve değişim var romanda. Ana bölümlerde resimlere ek olarak yazdığım haikular var. Romanı bitirmeye yaklaştığım dönemde sevgili Pelin Özer’in haiku anlattığı bir atölyeye katılmıştım. Daha önce ne haiku okumuştum ne ölçüsünü, içeriğini bilirdim. Ama orada öğrendiklerim, dinlediklerim beni öyle etkiledi ve bu form romanın tabiatına öyle uygundu ki o minik şiirler çıkıverdi. Pelin Özer’e duru anlatımı ve verdiği samimi destek için minnettarım, buradan bir kez daha teşekkürler kendisine.
Çizimlere gelince… Yazan çizen, yaratıp üretmeye çalışan herkesin bildiği üzere, üretim süreci arada sekteye uğrayabiliyor. Günlük hayatın beklenmedik müdahaleleri, iş güç, ya da en çok vaktiniz ve enerjiniz olduğunu düşündüğünüz dönemlerde bile bazen bir devam edememe hali, tutukluk. Uyuşma, temeli aslında yıllar önce atılmış bir hikâyenin büyük ölçüde evrilmiş, değişmiş, kısalmış ama gelişmiş hali. Ve sonlara yaklaştığımda o bahsettiğim tıkanıklık geldi buldu beni. Haftalarca tek kelime yazamadım. Böyle tutulma dönemlerinde insanın kendindeki o düğümleri çözecek kaynaklara tekrar dönüp bakması gerekiyor. Benim için o kaynaklar doğayı seyretmek, uzun yürüyüşlere çıkmak, zamanım ve imkânım varsa seyahate çıkmak, herkesten olabildiğince uzaklaşıp sessiz kalmak, müzik dinlemek, film izlemek, bir de resim çizmek. Çocukluğumdan beri her canım sıkıldığında, ya da bir şeye üzülüp kızdığımda kâğıda bir şeyler karalarım. Bu konuda bir eğitimim ya da iyi çizerim diye bir iddiam yok; ama beni rahatlattığını biliyorum, hem de çok net şekilde. Yani kâğıdın üzerine sözcük bırakamayan kalem, bende arada şekiller bırakıyor. Yazamadığını çiziyor, öyle diyelim.
İşte o minimal çizimler, Valhaf’ın acısının içinde kaybolduğum, onu – ve haliyle kendimi – nasıl düze çıkarabileceğimi kestiremediğim bir dönemde çıktı. Önce kulübe, sonra fırtınadaki dalgalar, yavaş yavaş diğer bölümler, Duman, gemi yolculuğu… Başka çizimler de vardı elbette, ama kitabın formatına ve bölümlere en uygun olanları seçip Faruk Hoca’ya (Faruk Duman) yolladım. Kendisi bu yazma yolculuğunun başından sonuna benden desteğini hiç esirgemedi zaten, sağ olsun. Çizimleri bölümlere yerleştirmek istediğimi söylediğimde de fikri çok beğendi. Bölüm uzunlukları, haikular, çizimler, hepsi Valhaf’ın yolculuğunun başka başka ifadeleri gibi benim için. Her yeni başlık yolun içinde yeni bir sapak, her çizim o sapağın sağında solunda belirip hikâyeye katkıda bulunanlar.
Dilek Üstündağ: Romandaki akıcı anlatım ve harika betimlemelerle birlikte kahraman, sondaki başlangıca ulaştığında insanın içinde güzel duygular yeşeriyor. Buradan yola çıkarak sormak istiyorum, sizce yazarın okuyucuya karşı bir sorumluluğu var mıdır, ya da olmalı mıdır?
Elif Derviş: Bu romanı yazdığım süreç benim için epey zordu, çünkü hayatta anlamlandırmakta en güçlük çektiğim şeylerden birini, ölümü ve ölümün geride kalanlar üzerindeki etkisini sorgulayan bir hikâye var ortada. Karanlığa düştüğüm, içinden çıkamayacağımı düşündüğüm çok an oldu. O yüzden içinizde güzel duygular yeşermiş olması beni çok mutlu etti şu an. Demek ki kendi karanlığımdan biraz olsun sıyrılıp tünelin sonundaki ışığı gösterebilmişim.
Yazarın okuyucuya karşı sorumluluğuna ilişkin sorunuza gelecek olursam… Yazan, çizen, üreten, sanatla uğraşan hiç kimsenin o sanatın alıcısı olan kişiler için yazması çizmesi gerektiğine inanmıyorum. Sorumluluk elbette var ve çok büyük. Doğru bir dil kullanmak, okurun o yapıta ayırdığı parayı ve daha çok da zamanı olabildiğince hak etmek. Bu “herkes beğenmeli” anlamında değil asla; her yapıtın seveni de olur sevmeyeni de elbette. Siz yeterince emek verip üstüne çalıştınız mı, süreç devam ederken kendinizdeki eksiklikleri fark edip hoşunuza gitmese de, bıktırsa da daha iyi olmak için çaba sarf ettiniz mi, kastettiğim bu. Ben uyduruk bir kurgu, kötü bir dil, özensiz bir hikâye okuduğumda mesela, vaktim boşa harcandığı için sinirleniyorum; o nedenle de evet, elbette bu anlamda yazarın okura karşı büyük bir sorumluluğu var. Ama okuru mutlu etmek, okura kendini iyi hissettirmek ya da okumak istediği şeyi vermek gibi bir sorumluluk olduğunu düşünmüyorum. Ben sanatçının ürettiği şeyde tamamen özgür kalıp kendi istediği şeyi istediği şekilde yaptığında ortaya çıkacak sonucun, az sayıda da olsa ulaşması gerekenlere ulaşıp onlara dokunacağını düşünenlerdenim.
Elif Derviş: Elif Derviş böyle bir çalışmayı maalesef uzata uzata, genel yayın koordinatörlerinden rica minnet ek süre isteyerek yapar, çünkü yıllar içinde törpülemeyi biraz başardıysa da hâlâ mükemmeliyetçi sayılabilecek, teslim edeceği çalışmanın kendisini mahcup etmeyip karşıdakini de yormayacak kalitede olmasını isteyen huzursuz bir insan.
Çevirilerimden edebiyat metni diyebileceğim, Hemingway öykülerinin olduğu iki kitap sadece. Onlar dışında biyografiler, sosyal bilim alanında kitaplar var, hatta futbol camiasında olup bitenlere ilişkin, edebiyatla uzaktan yakından alakası olmayan bir tane var.
Edebi metin çevirirken olmazsa olmazım, yazarın ne yapmak istediğini görmeye çalışıp ona Türkçe’nin izin verdiği ölçülerde mümkün olduğunca sadık kalmak. Çeviri elbette bir yeniden yaratım, ama o eserin yaratıcısı ben değilim, onu unutmamaya çalışıyorum. Olsam olsam “ara yaratıcı” olabilirim, bir köprü, geçişi kolaylaştıran biri. Hemingway, misal, bir şeyi başka bir şekilde demek istese muhakkak o şekilde derdi deyip, bana ters gelen cümle uzunlukları kısalıkları ifadeler vs. olduğunda bile çok müdahale etmemeye çalıştım. Tabii kitap yayımlanma aşamasına geldiğinde yayınevlerinin okura uygunluk açısından müdahaleleri olabiliyor, ama özü korumak önemli.
Dilek Üstündağ: Hem çeşitli dergilerde yayımlanan hem de yarışmalarda derece alan öyküleriniz var. Genelde, öykü ile romanın birbirinden çok keskin çizgilerle ayrılmadığı düşünülse de her yazarda bunların karşılığı farklı tınlıyor. Sizdeki karşılığını merak ediyorum. Ayrıca romanda ve öyküde sizin için en önemli olgular nedir?
Elif Derviş: Öykü ve roman bende bambaşka iki şey. Yazılma süreleri ve hızı, yaratım aşaması, sonlandırma, hatta içerik son derece farklı bende. Dilde ve bazen temalarda, yazan kişi ikisinde de ben olduğum için benzerlikler vardır muhakkak, ama o kaçınılmaz sanırım.
Aklıma bir öykü fikri geldiğinde hemen oturup yazmaya başlamazsam genelde uçup gider o fikir ya da çokça değişir, dönüşür, bazen tekrar uğrar. Roman için gelen fikirler ise yazsam da yazmasam da, üstüne düşünsem de düşünmesem de hep benimle kalır. Uzun yıllar önce başlayıp yarım bıraktığım taslakların hepsi zihnimde şu an, ayrıntılı bir şekilde. Ama öykü öyle değil. Fikir geldi, bir yerden tetiklendim, ya da oturup öylesine yazmaya başladım, ilk taslağı – sonu dahil – birkaç gün, en fazla bir-iki hafta içinde bitirmezsem genelde yarım kalır o öykü. Öykü yazma süreci benim için romana göre çok daha hızlı, dinamik, bir an önce sona ulaşmaya çalışan bir süreç.
Bir de sanırım, öykü yazarken de fantastik unsurlar katmayı sevsem de, tamamen gerçekçi hikâyeler yazma eğilimim oluyor hâlâ arada. Ama romanda, yani Uyuşma’da ve onu takip etmesini planlayarak başladığım, halen yazmaya devam ettiğim ikinci kitapta ve bunları izleyecek diğerlerinde, yine başka dünyalar olacak. Tanıdık gelse de, aslında yaratılmış olan, bilmediğimiz.
En önemli olgular, yazarken de okurken de, öykü için mümkünse çok uzamaması ve çarpıcı olması – konusu, tespitleri, yaratıcılığı ve atmosferiyle – romanda ise kesinlikle akıcılık. Öykü yeri gelir durgun göl de olur, coşkun bir şelale de, ama roman bir nehir gibi olmalı. Arada gürül gürül çağlayan, arada engellere takılıp, misal yüzen koca bir kütüğe, duraklar gibi olsa da o engelin etrafından altından üstünden dolanıp akmaya devam eden, tıkanmayan, bazı kolları denize açılan, bazıları minik derelerde son bulan. İkisi için ortak olmazsa olmazım ise, sanırım sade ama güçlü bir dil.
Dilek Üstündağ: Bize yazma pratiğinizden söz eder misiniz? Elif Derviş hangi ortamlarda yazar? Ayrıca ilk kitabını çıkarmak isteyenlere ışık tutması açısından kitaplaşma yolculuğunuzla ilgili neler söylemek istersiniz?
Elif Derviş: Gençken kendi önüme çıkardığım engellerden biriymiş bu “yazma ortamı” meselesi, sonradan anladım. Sanırdım ki kocaman, bol çekmeceli ahşap bir masam, muhteşem bir dağ ya da deniz manzaram, özel bir kalemim defterim olması lazım. Yaş aldıkça gördüm ki bunlar kaçma bahaneleriymiş. İnsan bir şeyi yapmak istiyorsa, oturup yapıyor. “Çok istiyorum ama kilitleniyorum, olmuyor, yerim yok, zamanım yok, kalemim kırıldı, kedi miyavladı” bunların hepsi bahane, yeterince istemiyorsun demek ki. Ve bende çokça vardı bunlardan. Hani geç olsun güç olmasın derler ya, bende bu yazma ve yazdığını bir yerlere yollama işi hem geç hem de biraz güç oldu, çünkü kendi kendine çelme takmayı güzel beceren bir insanım. Kendine ket vurmayı, asıl yapması gerekeni ertelemek için yeni ve vakit alan başka işler bulmayı…
Şimdi, özellikle pandemide iki yıl eve kapanmak zorunda kalınca daha yerleşik kullanmaya başladığım bir masam var. Babamın biz çocukken kullandığı eski masası, ahşap değil, çekmeceleri de yok. Şu katlanabilir masalardan. Evimizin salonunda, salona arkam dönük olacak şekilde konumlandırılmış, bahçeye bakan. Sabahları bu masada çalışıyorum, çoğunlukla sessizlikte, nadiren müzik eşliğinde. Ama eskiden olduğu gibi olmazsa olmazlarım yok. Gerekince mutfakta da yazarım, koltukta da, gürültülü bir kafede ya da sokak ortasında bir bankta da, çıt çıkmayan bir kütüphanede veya trende otobüste de. İnsan yeter ki cesaret bulup akıtmak istesin içindekileri, zaman da bulunuyor mekân da. Önceden normale göre fazla para verip aldığım bir kalem kullanıyordum, çok ince uçlu bir pilot kalem. Sadece onu kullanırdım yazarken. Şu an çok komik geliyor bu. Biraz da hüzünlü. Yazabilmemi bir kaleme ve güzel manzaralara bağlamışım. Şimdi nerede ucuz, güzel yazan, akmayan basit tükenmez var onu kullanıyorum. Sadece defter konusunda seçiciyim biraz, çünkü kareli ya da çizgili defter dikkatimi dağıtıyor ve yazma alanımı, sözcüklerimi çizgilerle sınırlıyor gibi hissediyorum. O yüzden çizgisiz ve mümkünse floresan gibi bembeyaz parlamayan defterler tercihim.
İlk kitabını çıkarmak isteyenlere ne diyebilirim. Uyuşma’da o sarmalın içinde sürekli tekrar eden sözü kullanabilirim mesela. “Biraz sabır, biraz inanç.” Ya da çokça sabır, çokça inanç diyelim biz ona. Üniversiteden yeni mezun olduğum sıralarda yaşıtım olup ödüller alan, peş peşe kitapları çıkan herkese hırsla karışık çocuksu bir gıptayla bakar, bir yerlerde öyküleri yayımlananlara imrenirdim. Ama bir yandan da, yazdıklarımı yollamak şöyle dursun, bir allahın kuluna okutmazdım. Nasıl yayınlanacaksın o zaman bre elif? Yola çıkmayan yolcu olur mu?
Şu an kırk altı yaşındayım, ve önceden bir ilk kitap için “çok geç”(?!) olarak tanımlayacağım bu yaşta yayımlanmış iyi ki Uyuşma diyorum. Gençliğimin kendi kendini yiyen, ne istediğini tam bilemeyen, kim ne düşünür diye hep geride duran halindense, kendimi en çok eleştiren olmaya devam etmekle birlikte, iyi ki bu yaşımda çıkmış bu kitap diyorum. Yani ilk kitap için verebileceğim tek bir tavsiye varsa – ve o da haddimse – kimsenin geç kaldım diye düşünmemesi. Geç kalmak diye bir şey yok, vaktinin gelmesi diye bir şey var. Ve çok çalışmak, vaktinizden gereksiz yere çalan her şeyden ve herkesten uzaklaşıp yalnız kalmayı (ve hatta yol üstünde yalnız bırakılmayı), eleştirilmeyi göze almak, ürküp kuyunun dibine indiğiniz zamanlarda oradan çıkma yollarını keşfedip yola devam etmek var.
Faruk Hoca’nın kulağıma küpe ettiğim bir lafıyla bitireyim sözü. Eksiği fazlası varsa affola, ama bende bıraktığı iz şu: “Kim ne derse desin, kim ne düşünürse düşün, beğenmişler beğenmemişlere takılmadan sadece yazın. Yazın, bir yerlere yollayın, tekrar yazın, tekrar yollayın. Sizin işiniz yazmak, gerisi sizinle ilgili değil. Siz sadece yazın.”
Elif Derviş değerli yazar arkadaşımı Uyanış romanı ve diğer başarıları için kutluyorum. Nice başarılar diliyorum.
Dilek Üstündağ değerli yazar arkadaşımı da bu söyleşisi için ve başarıları için kutluyorum.
Bizlere edebiyata ve kültüre yaptıkları katkıların artarak sürmesini diliyorum.
Saygıyla selamlıyorum değerli arkadaşlarımı…
çok güzel sorular ve cevaplar, su gibi aktı okurken, emeğinize, yüreğinize sağlık, kutluyorumm…