Viktor Frankl Avusturyalı bir psikiyatrist, varoluşçu terapinin en önemli isimlerinden birisidir. Bu kitapta logoterapiyi keşfetmesine yol açan deneyimlerini anlatmaktadır. Logoterapi, “anlam kazandırma yoluyla tedavi” yi amaçlayan bir terapi metodudur. Frankl’ın bu terapideki temel düşüncesi: İnsanların acılarını başarı ve kazanıma çevirebilir olduklarını düşünmelerini sağlamaktır.
Frankl insanlık dışı toplama kamplarında uzun süre kalan bir tutuklu olarak, kendini, çıplak, varoluşa soyunmuş olarak bulur. Babası, annesi, erkek kardeşi ve karısı bu toplama kamplarında ölmüş ya da gaz fırınlarına gönderilmiştir. Kız kardeşi hariç, ailesinin tamamı yok olmuştur. Böylesi büyük bir acıyla, yaşama tutunmaktan vazgeçmemiş. Hayat ona “ Yaşamak acı çekmektir; ama yaşamı sürdürmek, çekilen bu acıda bir anlam bulmakta yatmaktadır” dedirtir.
Bu kitap en derin insani sorulara odaklanan dramatik bir hazinedir. Edebi olduğu kadar felsefi ve psikolojik bir değere de sahiptir. Eğer yüz binlerce insan, yaşamın anlamına ilişkin çok az şey vaat eden bir kitaba yöneliyorsa, bu, insanların iliklerinde hissettikleri kavurucu bir sorun demektir. Dünyada hiç bir şeyi kalmayan bir insanın, kısa bir an için de olsa, sevdiği insana ilişkin düşüncelerle ne kadar mutlu olabileceğini anlatmaktadır.
Sevgi, sevilen insanın fiziksel varlığının çok çok ötesine geçer. Sevilen kişinin gerçekte orada olup olmaması, yaşayıp yaşamaması bir anlamda önemli olmaktan çıktığına vurgu yapıyor.
“Beni kalbine mühürle, sevgi, ölüm kadar güçlüdür”
İnsanın, “her şeyden yoksun kalmış yaşamından başka kaybedecek hiçbir şeyi olmadığını” ansızın kavradığı zaman, neler yapabildiğini görmesiyle başlar her şey… Onun aklından başka kaybedecek bir şeyi kalmamıştı. Onu da kaybetmemek için sevdiği her şeyi düşünmeye başlar. Dünyada hiçbir şeyi kalmayan bir insanın, kısa bir an için de olsa, sevdiği insana ilişkin düşüncelerle ne kadar mutlu olabileceğini anlar. Sevgi, sevilen insanın fiziksel varlığının çok çok ötesine geçer. Sevilen kişinin gerçekte olup olmaması, bir anlamda önemini yitirir. çünkü Bir kez bile kaybedilince, yaşama iradesi bir daha kolay kolay kazanılmıyor.
Nietzsche’den bir alıntı yaparak, “Beni öldürmeyen şey, beni daha da güçlü kılar” diyor.
Şair Rilke’nin şu dizeyi yazmasına neden olmuştur: “Bitirilecek ne kadar çok acı var!” Hayatta bolca acı vardı ama bitirilmesi gerekiyordu. Bu nedenle zayıflıklarını, gizli gözyaşlarını tutmaya çalışıyordu. Acının tamamını göğüslüyordu. Aslında gözyaşı bir zayıflık değildi, cesaretlerin en büyüğüydü. Acı çekme cesaretine sahip olduğunun göstergesiydi.
Barakaların karanlığında insanlara dikkatle onu dinlemelerini, umutlarını yitirmemelerini, cesur olmalarını istiyordu.
Frankl bir gün SS görevlisinden dayak yiyor. “İnsanı en çok yaralayan şey (ki bu hem yetişkinler hem de cezalandırılan çocuklar için geçerlidir) fiziksel acı değil, haksızlığın, mantıksızlığın verdiği ruhsal ıstıraptır” diyor.
“Duş için sıra beklerken, çıplaklığımızı iliklerimizde duyumsamıştık: artık çıplak vücutlarımızdan başka gerçekten hiçbir şeyimiz kalmamıştı; tüyümüz bile yoktu; sahip olduğumuz tek şey, kelimenin tam anlamıyla çıplak varoluşumuzdu… Aptalca çıplak yaşamımızdan başka kaybedecek hiçbir şeyimiz olmadığını biliyorduk.”
İnsanlığa yapılan bu zulmün hiçbir anlamlı açıklaması yoktur. Milyonlarca insanın gaz odalarında ve acıdan hayatlarını yitirmiş olması, korkunç bir gerçektir. Bir daha hiçbir zaman olmamasını yeğlemekten elimizden bir şey gelmez.
Viktor Frankl’e göre; kişinin yaşamda kendi anlamını bulması üç yolla mümkünmüş.
– Bir eser yaratmak ya da bir iş yapmak.
– İyilik, doğruluk, güzellik ve yaşamak, olanca eşitsizliğiyle bir insanı yaşamaktır. Yani onu sevmektir.
– Kaçınılmaz acıya karşı bir tavır geliştirmek. Acıya neden olanı değil, acıya olan tavrını değiştirmektir.
İnsanlar kendi içlerindeki boşluk duygusuyla ezilmektedir. Bu varoluşsal boşluktur. Yaşamın anlamını sorgular. Frankl dediği gibi; “yaşamın anlamı insandan insana, günden güne, saatten saate farklılıklar göstermektedir. Kişinin yaşamın anlamını ne olduğunu sormaması, bunun yerine bu sorunun muhatabının kendisi olduğunun kavraması gerekir. Her insan yaşam tarafından sorgulanır. Kendi yaşamı için cevap verirken aslında yaşama cevap verir.”
Beni etkileyen son bölümü ise; “Özgürlüğüne kavuşan tutukluların yaşadığı şeye psikolojik açıdan kişiliksizleşme denilebilir. Her şey tıpkı rüyalardaki gibi gerçek dışı, gerçeğe aykırı gözüküyordu. Gerçek olduğuna inanamıyorduk. Geçen yıllarda rüyalara nasıl da kanmıştık! Özgürlük gününün geldiğini, özgürlüğümüze kavuştuğumuzu, evlerimize döndüğümüzü, dostlarımızı selamlayıp karılarımızı kucakladığımızı, masanın başına oturup başımıza gelen her şeyi anlattığımızı düşlerdik; özgürlük gününü rüyalarımızda bile ne sık görürdük! Derken uyanış işareti olan tiz bir düdük sesi kulaklarımızda çınlamış ve özgürlük rüyalarının sonu gelmişti. Rüya gerçek olmuştu ama gerçekten inanabildik mi?”
Yazar özgürlüğüne kavuşan tutukluların her birisi için geriye dönüp kamp deneyimlerine baktığında onca şeye nasıl katlandığını anlayamayacak bir noktaya ulaştığını söylüyor. “Nasıl rüya gibi görünen özgürlük günü geldiyse, kampta yaşanan her şeyin bir kâbus görüneceği gün de gelecek.”
Viktor Frankl’in belirttiği gibi: Yaşamda bir anlam bulmalıyız. Acı çekmenin kesinlikle gereği yok. Acıdan kaçabilir, acıya sebep olan nedeni ortadan kaldırabiliriz. Gereksiz yere acı çekmek, kahramanca bir durum değil sadece mazoşistçe bir tutumdur. Eğer ki değiştirilmeyecek bir kaderle yüz yüze gelirsek yaşamda bir anlam bulabileceğimizi unutmamalıyız. Önemli olan şey kişisel bir trajediyi bir zafere dönüştürmek insana özgü eşsiz insan potansiyelidir. Örneğin tedavisi olanaksız bir kanser hastasının zamanla kendini değiştirme yoluna gitmesi gibi…
Kitabın sonunda bizlere iki anlamda uyanık olmamızı öneriyor.
“Auschwitz’den bu yana insanın ne yapabileceğini biliyoruz.
Hiroşima’dan bu yana da neyin tehlikede olduğunu biliyoruz.”
Yazımı Frankl’in Nietzsche ‘den verdiği bir alıntıyla bitiriyorum.
“Beni öldürmeyen şey, beni daha da güçlü kılar.”