Öylesine bir sokakta kaldırım taşına oturup hiçlikle savaşıyorum. Sokağın tüm seslerini kıstım: Nasıl yapabildiğimi sorma! İşte bu sessizliği bir solukta ta içime çekiyorum. Bütün evrene bu sokağın gözüyle bakıyorum. Elimde ‘Nietzsche Ağladığında’ “Kimse kimseye yardım edemez; insan kendine yardım etme gücünü içinde bulmalıdır”diyor.
İçimde ne kadar kabullenişler yaşarsam yaşayayım, bazı şeyleri kabullenmekte zorlanıyorum. Kalan zamanın umudu omuzumda taşınmayacak bir yük haline geliyor. Varoluşsal zamanın çizgileri, yüzümdeki hikâyeme dokunmasına izin vermemi istiyor.
Sokakta, lacivert karanlığın puslu ışığında, parke taşlarını sayarak yürüyor, her bir taşa sanki kendimden parçalar bırakıyorum. Yıllarca aradığı anlamı denize düşürmüş bir yoksula benziyorum. Hiçbir şeyin benim için bir manası olmadığını, yine de her şeye dâhil olduğumu hissediyor; sokaklarda öylesine var oluşuma bir anlam bulmaya çalışıyorum.
İnsan aslında zavallı bir yaratıktan başka bir şey değil. Hayatın anlamını sorgulamaktan/sorgulanmaktan bir adım öteye gidemiyorum. İçime geçiremediğim cümlelerle boğulup durmaktan başka bir şey yapamıyorum. Yemekten, içmekten, gezmekten, okuyup, sevişmekten daha derin anlamları olmalı hayatın diyor Susanna, çok haklı ve bu anlamı bulmak için kendimle savaşıp duruyorum. Hiç bir zaman galibi olmayacağı bir savaşın bilincinde olduğumu bile bile… Onlarca kez tökezleyip, onlarca kez ayağa kalkıyor, bazen içinde yeni şeyler keşfediyor olmanın mutluluğunu yaşıyorum. Ancak bir süre sonra hepsinin daha önce yaşamış olduğumu fark ediyorum. Fark etmenin farkı canımı acıtıyor. Aklım, benimle oyunlar oynamaktan asla vazgeçmiyor. Herkese yetişip kendine bir türlü varamamanın yokuşlarında nefeslerim tükeniveriyor.
Sadece bir hikâye kahramanı olduğumun bilincine varıyorum ve her şeyi yazarın vicdanına bırakıyorum.
Kabullenme diyorum buna…
Uzaklardan gelen hüzünlü bir melodi kulaklarıma değiveriyor. Sesin sahibini tanımasam da sesinde bana değen bir şeyler olduğunu hissine kapılıyorum. Bir şarkı ancak bu kadar içten söylenebilir. Ayaklarım ister istemez sese doğru yönelmesine hiç karşı koymuyorum. Kontrol etmeye çalışmıyorum artık hiçbir şeyi…
Bir yol çiziliyor. Bu yoldan gideceksin deniliyor. Kimsenin değil herkesin geçtiği bir yol… Belki gitmem istenilen yol bir başka insanın çıkmazıdır. Olamaz mı? Ben kendime bir yol açamaz mıyım? Sustuğumda anlayanların, bağırdığım zaman duyanların olduğu bir yol…
Zihnimde eski yıpranmış eşyalarla dolu odayı açıyorum ve anıların donmuş zamana ait olan tozlarını öldürücü bıçak darbeleriyle silkelemeye başlıyorum. Kendim dediğim anılarım her darbeyle canımı acıtıyor. Hatta acıtmaktan da öteye gidiyor kanatıyor. Geçmiş sanki geçmemiş bu odada yeniden şekil bulmuş gibi. Geçmişin sayfalarından kaçan toz gözlerimi yaşartıyor. Hayır, hayır ağlamıyorum. Gözyaşlarımı bitireli çok olduğu aklıma geliyor.
Sokağın köşesini dönünce gözleri iri iri açılmış bir adamla burun buruna geliyorum. Sökülmüş ruhunu arıyor gibi bir hali var. Korkuyorum. Yürümeyi sürdürüyorum, ama sanki arkamdan baktığını hissediyorum. Adımlarımı hızlandırarak bir an önce uzaklaşmaya çalışıyorum. Başka bir sokağa doğru yöneliyorum. Sokağın sağı solu barlarla dolu. Yine o hüzünlü ses kulaklarıma değiveriyor. Bu sefer yakınlardan geliyor. Bir barın önünden geçerken aradığım sesi buluyorum. İçeri girip girmeme konusunda tereddüt içindeyim. Bilmediğim yerlerde olmak korkutuyor beni. Ben de karşı kaldırıma oturuyorum. Ben oturur oturmaz şarkı bıçak gibi kesiliyor. Uzun bir süre o kaldırımda oturup bekliyorum ama şarkı bir türlü başlamıyor. Oturduğum yerden kalkıp, bara giriyorum. Çünkü sesin sahibini çok merak ediyorum, sesin tınısında tanıdık bir şeyler var, ama bir türlü aklımda parçalar yerli yerine oturmuyor. Bar çok kalabalık değil. Sahnede şarkı söyleyen kişiye baktığımda, yüzünün benim yüzüm olduğunu fark ediyorum. Hiç telaşa kapılmıyorum. Her şeyi kabullendiğim gibi onu da kabulleniyorum. Yüzünde öyle bir çizgi vardı ki, ona baktığımda nedenini bilmediğim bir sızı oturuyor yüreğime.
Arkalarda boş bir masaya oturuyorum. Garson yanıma gelip ne içmek istediğimi soruyor. “Bira” diyorum. Bekliyorum, ama şarkıcı bir türlü şarkısını söylemeye başlamıyor. Orada şarkı söyleyen benim bu arada. Makyajım akmasına rağmen güzel gözüküyorum. Dudaklarımın kenarlarındaki çizgiler yorgun yüzüme tutunmaya çalışır gibi bir hali var. Geçmişin sayfalarından, bekleyeni olmayan acılı yalnızlığımdan tutunuyorum.
Arundhati’nin hikâye kahramanının dediği gibi “Korkular da tıpkı müzik gibi anıları taşırlar.”
Bakışlarımdaki anıların darmadağınıklığını sanki müzikle toplamaya çalışıyorum. Müzik tekrar çalmaya ve ben olan da söylemeye başlıyor.
“Ah kavaklar ah kavaklar
Bedenim üşür yüreğim sızlar
Beni hoyrat bir makasla
Ah eski bir fotoğraftan oydular
Orda kaldı yanağımın yarısı
Kendini boşlukla tamamlar
Ah omuzumda bir kesik el ki
Hala, hala durmadan kanar”
İçimde biriktirdiğim kabullenişleri, şarkıyla beraber tırnağımı etime geçire geçire almaya çalışıyorum. Beni öyle görenler aklımı yitirdiğimi sanıyor. Akıl beynin içinde bir kıvrımdan başka nedir ki? Mesela aklını tut desem sana, tutabilir misin? Elle tutulur bir yanı olmayan şeyi yitirmek ne kadar zor olabilir ki?
Buzzati’nin anlattığı, insanın yazgısından kaçmasının imkânsızlığı gibiyim. Bir yandan da Drogo’nun o kuleden gördüğü ışıkların gerçek olmadığı inancı gibi… Ben akıp giden zamana yenik düşen bir hikâye kahramanıyım; kendimle çıktığım yolda kendime çarpmam hep bu yüzden.