Fransız yazar, düşünür, filozof, politika ve müzik teorisyeni… 1749’da Ansiklopedinin “Müzik” bölümünü kaleme almıştır. Rousseau’nun bana göre en büyük eseri, günümüzde halen üniversitelerin felsefe bölümlerinde ders kitabı olarak okutulan “Toplum Sözleşmesi’dir.
Fransız Aydınlanması’nın ‘aykırı’ sesi Rousseau, ‘anı’ ile ‘roman’ arası kitapta, hayatı ile bir son hesaplaşma çabasına girişiyor. Bu hesaplaşma en başta düşünürün geçmişin izleriyle iç dünyasına yaptığı bir yolculuktur.
Romantik akıma öncülük etmiş, halk iradesinin monarşiye karşı üstünlüğünü savunan bu ‘eleştirel ses’, Rousseau’nun hayatının son yıllarında içine sürüklendiği yalnızlığın, kalın duvarlarının sesidir. Çığlık çığlığa…
“Yalnız Gezenin Düşleri: İç dünyaya yolculuk…
Rousseau’nun bu kitabı on geziden oluşuyor. Gezintilerin genelinde, uzun süredir içinde bulunduğu; maddi ve manevi durumunu, insanlardan kopuşunu ve “Ben kimim? Acı içinde edinilmiş gerçekler ne işe yarar? Kusursuz olmak için haksızlık etmemek yeter mi? Mutluluk neydi; verdiği zevk nasıl bir zevkti? Benden az kötülük eden insan var mı? Mutlu olmak için ne eksiğim vardı sanki? İnsanlar beni neden kötü görmek istiyorlar? Bu talihsizliğimin sebebi ney? Çocuklarını sevmeyen hain bir baba mıyım ben?” daha birçok sorunun cevaplarını bulmak için çıktığı bir yolculuktur.
Sanki dünyaya yabancı bir gezegenden düşmüş bir adamdı o. “İnsanları kendilerine rağmen sevebilirdim,” çığlığını atan bu yalnız adam, onu sorgulayanlardan kaçarak kendine sığınmaya karar vermişti.
Rousseau evini ve her şeyini geride bırakıp, onu kimsenin tanımadığı sakin bir köye yerleşiyor. Orada kimliğini saklayıp, toplumdan uzaklaştığı bir dönem, bu muhteşem eserinin temel taşları beyninde şekillenmeye başlıyor ama yazmak istemiyor. Çünkü ne kitaplarını ne de kalemlerini sandıklardan çıkartmıyor. Kendine gelen mektuplara cevap yazmak için bile kalem ödünç alıyor, yazdıktan sonra hemen teslim ediyor. Odasını kâğıt ve kitaplarla dolduracağı yerde, çiçek ve otlarla dolduruyor. Kendini sadece doğaya ve bitkibilimine adıyor. Bitkilerin özelliklerini doğada yürüyüşler yaparak araştırmaya başladığında kendini mutlu hissediyor. Bu köyde uzun yıllar kalıyor. Yaşı altmış beşini geçtiğini, yaşlandığını, hafızasının eskisi kadar güçlü olmadığın fark ediyor, ama zamanın nasıl geçtiğini anlamıyor. Bu yaptığı duygusal yolculuklar sonucu oldukça duygusal bir eser ortaya çıkarıyor. Vespasidnus döneminde azledilerek son günlerini kırlarda geçiren komutan gibi, “Yeryüzünde yetmiş yıl geçirdim; yedisini yaşadım,” diyor Rousseau.
Kitabı okurken kendi ruhunuzla konuşuyormuş hissine kapılıyorsunuz. Duyguları o kadar tanıdık ki, yüz yıl öncesinden bahsetse de kendinizi o dünyaya yakın hissediyorsunuz. Evren de sanki hiçbir şey değişmemiş gibi…
Çevresindeki insanlar yüzünden mutsuz olduğunu, “Yaşamımın bütün zevkini yüreğimden kopardılar,” cümlesiyle anlıyorsunuz. Çevresindeki insanlara kendini anlatamamanın umutsuzluğundan, kimsenin onu doğrularıyla görmeye çalışmadığından, yargıladığından ve onlardan kurtulmanın tek yolunun ‘kaçış’ olduğundan bahsediyor. İnsanların acımasızlığının taş gibi ağır olduğunu, o taşları ona atmaktan çekinmediklerini ama vücudu yerine yüreğinin yaralandığını, öylesine bir açık dille ifade ediyor ki, elinizde olmadan söylediği her şeye inanıyor ve ona atılan taşları yüreğinizi tutarak hissediyorsunuz.
İnsanların, kendisini tanımadığı bir adada yaşamasını dahi çok gördüğünü, ama kimsenin onu tatlı düşlerle avunmasına engel olamıyor. “Avuntuyu, umudu ve sessizliği ancak kendimde bulduğum için yalnızım ve kendimden başka kimseyle uğraşmak istemiyorum,” diyor. İnsanların onu ne kadar çok üzdüğünü ve anlamadığını, onlar yüzünden acı çektiğini yazıyor. Üzüntülerinin yükleri altında ezilmekten hep korkuyor. Tanrı gibi görünmez olmak istiyor. “Gyges’in yüzüğü ben de olsaydı, insanlara baş eğmekten kurtulurdum. Bütün dileklerimin gerçek olacağını bildiğim için şunu isterdim. “Herkesi hoşnut görmek… Bana sürekli bir hoşnutluğu verecek yalnızca bütün insanların mutluluğudur” diyor. Kendisini görünmez kılan o yüzüğe sahip olsa acaba gerçekten bu gücünü iyilik için kullanır mıydı?
İnsan izi olmayan yerlerde, onların kininden kurtulabildiği bir sığınakmış gibi yeşilliğin içinde ağaçların uğultusu, suların sesi ve kuşların cıvıltısı içinde rahat soluk alıp vermenin mutluluğunu hiçbir şeye değişmiyor. Yaşamayı göze alan insanların ruhu derece derece sönmeye başlar ama bunun hiçbir zaman farkında olamaz. O sönmeyi biraz yavaşlatmak için doğayla baş başa kalmak, doğanın içindeki sesleri duyumsamak gerekiyor. Doğanın gölgesine sığınan Rousseau’nın yaptığı gibi…
“Doğa insanın organik olmayan bedenidir. İnsan doğa ile yaşar-bunun anlamı, doğa, insanın ölmemek için, sürekli ilişki içinde olduğu, bedenidir. İnsan doğanın bir parçasıdır” diyor Karl…
Uzun süren kaygılardan sonra, payına düşmesi gereken umutsuzluk yerine ruh dinginliğine erince, mutluluğa kavuştuğunu deneyimliyor. Çünkü ömrümün her günü bir öncekini günü zevkle anımsatmakta ve ertesi gün için de başka bir şey dilememekte. Rousseau için bu fark tek bir şeyden ileri geliyor, zorunlu olmaya ses çıkartmadan boyun eğmeyi öğrenmekten…
“Mutluluk sürekli bir ruh durumudur ki, yeryüzünde insanlar için kurulmuşa benzemez. Bu dünya da her şey kararsızlığı gösterir. Çevremizde her şey değişir. Kendimiz de değişiriz ve kimse bugün sevdiğini yarın da seveceğinden emin olamaz”
Mutluluğun dış belirtileri yoktur; onu keşfetmek için insan yüreğindekini görebilmeli… Bilginin yaşamın mutluluğuna yardım ettiğini düşünürüz ama Rousseau “Aslında bu denli çok bilginin, yaşamın mutluluğuna yardım ettiğini hiç görmedim ama kendime tatlı eğlenceler bulabiliyorum” diyor.
Kendi deneyimlerimizle, mutluluğu kendi içimizde aramamız gerektiğini, mutlu olmak istiyorsak hiçbir etkenin bizi mutsuz edemeyeceğini anlatıyor.
Sahi, yüzyıl sonra yaşayan bizler, Rousseau gibi mutlu olmayı başarabilecek miyiz? Ya da Rousseau gerçekten mutlu olmayı başarabilmiş mi?