Yağmur saatlerdir yağıyordu. Caddelerde öbek öbek su birikintileri oluşmuştu. Yayalar, arabalar, suyla dolmuş metro inşaatı… Trafik arapsaçına dönmüştü, tam bir keşmekeş vardı dışarıda. Oturma odasının balkonuna dokunan otuz yıllık manolya ağacının dalları şiddetli yağmurla daha bir ağırlaşmış, kendini taşımaktan yorulmuş, yağmura yenik düşmüştü.
“Mis gibi kıymalı fasulye, ağzıma layık, oh. Ellerine sağlık. Hele şu pilavına söyleyecek söz bulamıyorum, nasıl da tel tel oluyor her bir pirinç tanesi. Hayranım aşçılığına,” dedi Ebru.
Gevrek gevrek, keyifle gülmüştü Nesrin. “Alçakgönüllü davranamayacağım valla Ebrucuğum. Senin yaptığın pilavları görünce, o birbirine yapışmış pirinçleri avuçlayıp kartopu oynayasım geliyor benim de niyeyse. Sahi nasıl oluyor da pilavı öyle bıçakla kesilip yenilecek gibi pişirebiliyorsun? Ben de bunun sırrını senden öğrenmeliyim belki. Neyse canım, senin yaşındayken makarna bile haşlamayı beceremezdim. Yine fena sayılmazsın.
Ebru’nun beceriksizliği ikisini de güldürmüştü. Neşeli bir akşam yemeğinden sonra Nesrin her zamanki gibi yarışma programını seyre dalmış, geç saatlere kadar oturmuştu. Ebru ise odasına çekilip ertesi günkü son final sınavına çalışmıştı. Mezuniyete az bir şey kalmıştı. Sonra İstanbul’a dönerdi belki. Yeni mezun bir mühendis için orada daha çok iş olacağı kesindi.
Sabah uyanamamıştı Nesrin. Ebru çıkarken, onun kapısı kapalıydı. Belki dersi yoktur bu sabah, rahatsız etmeyeyim, diye düşündü Ebru. Öğle üzeri eve döndüğünde kapısı hâlâ kapalıydı, tıklattı, ses yok. Biraz bekledi. Sonra kapıyı açtı…
Cami avlusu kalabalık sayılmazdı. Bir yanda birkaç öğrenciden ve öğretmen arkadaşlarından oluşan gözü yaşlı bir okul grubu, diğer yanda donuk gözlerle ve aynı tip kıyafetlerle yan yana dizilmiş, ruhsuz akrabalar… Bayramlarda bazen ziyaretine gelen bu akrabalar, civar şehirlerde yaşıyorlardı. Tez ulaşan kötü haber, onları apar topar buraya getirmişti. Nesrin’e karşı son görevlerini yerine getirdiler. Hiç değilse son görevlerini… Siyah şemsiyelerin altında titreşerek ona haklarını helâl ettiler. Etmeyip de ne yapacaklardı sahi… Sonrasında, aynı cami avlusundaki diğer iki merhumenin tabutu ile birlikte cenaze arabasına konulmuştu Nesrin’in tabutu da. Yağan yağmurun altında toprağa verilmişti.
Akrabalar geldikleri gibi döndüler, mezarlıktan otogara.
“Bu gece kalsaydınız keşke, dua etmeniz ona huzur verirdi belki,” dedi Ebru.
“Biz yolda dua ederiz ona,” dediler. Birkaç tanesi onu sertçe süzdü. Senden mi öğreneceğiz ne yapılacağını, der gibi.
Ebru’nun bildiği kadarıyla emekliydi hepsi, zamanları vardı aslında. Ancak yine de meşgul insanlar olmalıydılar. Nesrin onlardan fazla bahsetmezdi. Zaman zaman soğuk ve kısa telefon görüşmeleri yaptıklarına tanık olurdu Ebru. Bir yabancıyla konuşur gibi kısa, net ve resmi… Yollayacakları adamlar gelip, birkaç parça eşyasını götürecekler. Odası bomboş kalacak, soğuk duvarlar tavandaki çıplak ampulün ışığında çiğ çiğ parlayacak…
Ebru, çantasından çıkardığı anahtar ile ıssız kalan evin kapısını isteksizce açtı. Çamurlu çizmelerini çıkarıp kendini oturma odasındaki koltuğa bıraktı.
Taksitleri, faturaları zamanında öderdi Nesrin. Kimseyle bir derdi yoktu, fazla bir ahbaplığı da yoktu ki zaten, kendi kabuğunda sessizce yaşardı. Akşamları yorgun argın evine gelir, bazen yemek yapar, bazen de Ebru’nun hazırladıklarını birlikte yerler, sonra o çoğu zaman ya pembe dizilerini ya da yarışma programlarını izlerdi. Ertesi gün, daha da ertesi gün, tekrarlanıp giderdi bu böylece… Onun ne zaman yattığını çoğunlukla bilmezdi Ebru. Akşamları odama çekildiğim için bana içerler miydi acaba gizliden? Ona yarenlik etmedim, çekirdek çitlerken iki lafın belini kırmadık diye… Ama televizyon seyredemem ki hiç, hele de o pembe dizileri, asla dayanamam… Ah, affet beni Nesrin, affet ne olur… Evin boğucu sessizliği Ebru’nun hıçkırıklarıyla bozuluyordu. Gözyaşlarıyla sırılsıklam olmuş gömleğini değiştirmek için kalktığında, kendini tutamayıp, Nesrin’in kapısı yarı açık kalmış olan odasına yöneldi.
Aynasının önünde duran saç serumlarının ambalajı henüz açılmamıştı. Seyrek saçlarını biraz gürleştirmek için çareler arardı hep. Yeni çıkan her ürünü alıp denerdi. Yatağının yanındaki küçük sehpanın üzerinde kapağı açılmış bir karton kutu duruyordu. Eşyaları almaya gelecek adamlar içindekileri dökmesin diye kutunun kapağını kapatmak istedi. Siyah beyaz fotoğraflar gözüne çarptı o an. Halıya oturup, kutuyu kucağına aldı. Bin dokuz yüz altmışlar, kız öğretmen okulu mezuniyet töreninden fotoğraflar. Tüm genç kızlar, açık renk, vücuda oturan, hafif kabarık etekli elbiseleri, zarif topuzları, kadeh topuklu ayakkabılarıyla adeta birer Doris Day ya da Grace Kelly. Ne bu eşsiz zarafetten ne de gözlerindeki o masum, o ceylan gibi ürkek ifadeden artık kimselerde yok. “Bu fotoğraflara bakarken, ne kadar değerli bir hazineye sahip olduğunun farkında mıydı acaba? “Umarım,” diye iç çekti Ebru. Fotoğraflarda onu açıkça seçebiliyordu. Aradan neredeyse otuz yıl geçmiş olsa da yüz ifadesi fazla değişmemişti aslında. O ürkek, mesafeli ve asil bakışlar gözbebeklerinin içindeydi düne kadar. Okulun bahçesindeki ağaçların altına oturmuş sohbet ediyorlar, küçükken okuduğu Ayşegül serisindeki genç kızlar gibiler. Pek çok kişi bu fotoğrafın eski bir Hollywood filminin karesi olduğunu zannedebilir pekâlâ.
Mezuniyet ve okul fotoğraflarını, ilk öğretmenlik yıllarında çekilmiş siyah beyaz ve sepya fotoğraflar izliyor. Etekler mini, kirpikler takma, saçlar kısa ve kabarık. Erkeklerde pantolonlar İspanyol paça, favoriler uzun, ayakkabılar biraz topuklu. Her iki cinste de kıyafetler özenli, temiz, bakımlı, günün modasına uygun. Uzun bir masanın etrafında oturulmuş, onun karşısında oldukça hoş bir bey oturuyor. Kim acaba? Fotoğraftaki herkes koyu bir sohbetin içinde, belli ki birbirlerini iyi tanıyan bir grup. Sadece onlar konuşmuyor. Gözleri birbirine değmiş, bakışları karışmış, tek bir bakış olmuş, uzaklara doğru akıp gitmişler. Fotoğrafın arkasına el yazısıyla “bin dokuz yüz yetmiş bir senesi, Ankara Atatürk Lisesi buluşması” yazıyor. Öğrencilerle çekilmiş fotoğraflar… Ah yine o adam, dans ediyorlar, ne kadar hoş bir çift olmuşlar, nasıl da yakışmışlar. “Bin dokuz yüz yetmiş iki, Ankara, Cumhuriyet Bayramı Balosu” diye not düşülmüş arkasına. Sonra başka şehirlere tayinler olmuş anlaşılan. Bunlardan bana hiç bahsetmemişti Nesrin. Edirne, Malatya son olarak yine Ankara, öğrencilerle çekilmiş fotoğraflar ve birkaç okul pikniği fotoğrafı var yalnızca. “Bin dokuz yüz seksen iki, Ankara, arkadaş toplantısı” yazıyor. Yine uzun bir masa. Bu kez aileleri ile katılmışlar. Eşler ve çocuklar. Masanın ucunda, aynı adam, biraz kilo almış, saçları dökülüp alnı hafif açılmış. Yanında saçları röfleli, bol makyajlı, kocaman vatkalı bir ceket giymiş irice bir kadın ve küçük bir erkek çocuğu oturuyor. Adam biraz dalgın görünüyor. Masaya bakıyor. Nesrin tek başına, masanın diğer ucunda, bakışları biraz ilerdeki salon bitkisinin yeşil yapraklarında kaybolmuş. Hüzünlü değil ama ne hissettiğini anlamak zor. Sanki kalbi çıkarılıp bir derin dondurucuya kaldırılmış, yerine de yalnızca kan pompalamaya yarayan, etten bir nesne yerleştirilmiş. “Bu ifadeyi onun yüzünde daha önce görmüştüm,” diye mırıldandı Ebru. Bazen elindeki çay fincanına, gazeteye ya da televizyona da öyle bakıp kalırdı. Boşlukta ya da çok uzaklarda, bilinmeyen bir yerde olurdu bakışları.
Bu fotoğrafın arkasında sadece kız kardeşi ve yeğenleriyle çekilmiş bir fotoğraf vardı. Sonra zaman durmuş sanki. Ya da bir fotoğraf kâğıdına basılmaya değer bir anısı olmamıştı.
Nesrin evden dışarı çıkmayı, kalabalığa karışmayı sevmezdi pek. Hafta sonları bile seyrek çıkardı dışarı. Birkaç eski arkadaşı yılda iki üç kez çaya gelirlerdi. O günlerde çiçek desenli elbisesini giyer, kırmızı rujunu sürer, pek leziz elmalı tartından ve eşsiz zeytinli poğaçasından yapar, bergamotlu çayından demlerdi.
Odaya şöyle bir göz gezdirdi. Küçük gardırobunun kapısı aralıklıydı. Yıllardır yeni bir giysi aldığını görmemişti. “Ne gerek var,” derdi. Eski ve dirsekleri erimiş yün kazaklarının kollarını kesip, kenarlarını ustalıkla diker ve ceketlerinin altına giyerdi. Bir pazar sabahı çay içerlerken, Nesrin’in, “İkinci Dünya Harbi’nin hemen sonrasında doğduğum için yokluk nedir bilirim ben. Hayal meyal hatırlarım, o yıllarda elektrik yoktu evimizde. Akşamları gaz lambası ışığında yemek yerdik. Şimdiki gibi bolluk yoktu. Rahmetli annem epriyen giysilerin kumaşını örer, çok güzel yama yapardı. Hiçbir şey atılmazdı o yıllarda,” diyen sesi kulaklarında çınladı o an.
Ebru acıktığını hissetti. Küçük bir kahvaltı tabağı ve bir fincan kahve hazırladı kendine.
Girişteki aynanın önünde bir zarf gözüne çarptı. Üzerinde “Postacı Mehmet Bey’e” yazıyordu. Zarfın açık ağzından içindeki para görünüyordu. Hiç bahsetmezdi ama zaman zaman kapıya gelen postacıya bir zarf verdiğini görmüştü birkaç kez. Fısıltıyla, “Bu da Burak evladıma, Nesrin Teyze’sinden küçük bir harçlık,” derdi. Postacı ezilip büzülerek, “Sağ olun Nesrin Hanım, neden zahmet ettiniz?” der, alırdı zarfı. Ne zaman gelir acaba Postacı Mehmet Bey, kim bilir… Nasıl üzülecek adamcağız bu son zarfı alırken. Zarfın ağzını kapatıp, tekrar aldığı yere bıraktı Ebru.
“Ah Nesrin, kendinden bahsetmeyi sevmeyenlerdendin. Ama o gün, dün gibi aklımda,” diye iç çekti Ebru. Bir gün okuldan çok üzgün gelmişti Nesrin. ”Ne oldu?” diye sormaya çekinmişti Ebru. Nesrin, odasının kapısını kapatıp, saatlerce içerde kalmıştı. Dışarı çıktığında iri ve ela gözleri kıpkırmızıydı.
“Pis topal, dediler arkamdan. Duymamış gibi yaptım.”
Ebru’nun öfkeden gözleri yaşarmış, söyleyecek bir şey bulamamıştı. Nesrin hafif aksak ayağını sürüyerek mutfağa gitmiş, poşet çay hazırlamıştı kendine. Neredeyse yarım asır önce, mahalle ebesinin acemiliği sonucu kalçası çıkık bir bebek olarak doğan Nesrin bu gerçeği çoktan kabullenmiş olsa da çevresindeki herkesin onunla aynı gelişmişlik düzeyinde olmadığı belliydi.
Küçük örgü sepeti kapının yanında duruyordu. Ördüğü rengârenk çocuk atkılarını, berelerini biriktirir, sonra üşenmeden o koca torbayı yüklenir, iki otobüs değiştirerek yetimhaneye götürürdü. Yanında bir akşam öncesinden fırında pişirdiği o meşhur tarçınlı kurabiyelerinden koymayı da ihmal etmezdi. “Bunlar teyze kurabiyesi, pastane işi değil. Böylesini nereden bulacak yavrucaklar,” derdi. Hiç çocuğu olmamış ama binlerce annenin kalbini kendi kalbinde taşıyan Nesrin eve döndüğünde, gizleyemeyeceği bir huzur ışığı yansırdı yüzünden. Çok mutlu olduğu zamanlarda hep yaptığı gibi, eski kasetçalarına Tanju Okan kasetini koyar, “Papatya gibisin, beyaz ve ince” şarkısına billur gibi sesiyle eşlik ederdi.
Yarısından çoğunu kullandığı hanımeli kokulu kremi aynanın önündeydi. Odasında, geçtiği yerlerde hafif bir hanımeli esintisi bırakması da bu hiç vazgeçemediği ve asla değiştirmediği kremindendi.
Bu gece toprak onu bağrına basacak, nicelerine yaptığı gibi. Artık hanımeli kokmayacak. Toprakla kaplanacak Nesrin. Toprak, yeni topraklar yapacak dünün yaşayan vücudundan. Dışarıdakiler, “Toprağı bol olsun,” dedikçe, toprağı daha da bollaşacak. Sonra üzerinde filizlenen bitkilere can verecek.
Ne kadar ani olmuştu gidişi…
Hayal dünyasından sıyrıldı Ebru, karton kutuyu düşündü. Ne bir nakliye firmasının hoyrat hamallarına, ne de bir dua için bile vakti olmayan akrabaların vicdanına terk edilemeyecek kadar değerliydi içindekiler. Nesrin’in odasından kutuyu alırken son fotoğrafın altında katlanmış bir kâğıdın ucu gözüne çaptı Ebru’nun. Dörde katlanmış bir kâğıttı. Mürekkebi iyice emmiş, sararmıştı. Mavi bir dolma kalemle, güzel bir el yazısıyla yazılmış bir şiir vardı üzerinde:
Sevgileri yarınlara bıraktınız… Çekingen, tutuk, saygılı… Bütün yakınlarınız… Sizi yanlış tanıdı.
Bitmeyen işler yüzünden (Siz böyle olsun istemezdiniz) … Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
Kalbinizi dolduran duygular… Kalbinizde kaldı.
Siz geniş zamanlar umuyordunuz… Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek… Yılların telâşlarda bu kadar çabuk geçeceği aklınıza gelmezdi.
Gizli bahçenizde açan çiçekler vardı… Gecelerde ve yalnız… Vermeye az buldunuz
Yahut vaktiniz olmadı.
“Sevgilerde” diye mırıldandı Ebru…
Kâğıdın arkasında çok silik bir yazıyla “Bin dokuz yüz seksen iki, Fuat” yazıyordu.
Ortada bırakamazdı karton kutuyu. Bu hazineyi özenle kendi dolabına, kitaplarının arkasına sakladı. Şimdi güvendeydi belki. Ama ait olduğu yer burası mıydı? Fuat’ı düşündü. Yaşıyor muydu acaba? Ona dair başka bir iz, bir adres var mıydı bir yerlerde? Nesrin’in eski telefon defterini bulup bakmak geliverdi aklına. Ama aynı anda da bu düşünce çok anlamsız göründü ona. Fotoğraflar ve anıların içinde çıkıp geldiğini hayal ettiği geçmiş, hakkında hiçbir şey bilmediği Fuat… Hiç beklemediği bir anda yoğun bir duygu sağanağına yakalanan yorgun zihninin oyunlarıydı belki de bunlar.
Kapının ziliyle irkildi. Sessiz adımlarla yaklaşıp kapının deliğinden baktı. Postacı Mehmet Bey’di gelen. Yavaşça kapıyı açtı. “Nesrin Abla’yı duydum,” dedi zor duyulur bir sesle. Başını eğmiş, titreyen ellerini cebine sokmuştu. “Ne kadar üzüldüğümü anlatamam. Artık öyle insanlar hiç kalmadı… Mekânı cennet olsun ablamın…” Eskimiş üniformasının içinde daha da küçülmüş gibiydi. Çiğ ampul ışığı kelleşmeye başlayan başını aydınlatıyordu. Sessizliği bozan tek ses Postacı Mehmet’in burnunu çekme sesiydi. “Gideyim ben…” Ebru’nun gözüne aynanın önünde duran zarf ilişti. “Dur bir dakika. Bu zarfı Nesrin sana bırakmıştı.” Postacı titrek parmaklarıyla zarfa uzandı, iç cebine koydu. Başı önünde, hızlı adımlarla merdivene yöneldi.
Güneş tamamen batmıştı. Ebru odasına döndü. Kendini yatağa bırakıp bir süre boş gözlerle tavanı seyretti. Sonra biraz oturdu, tekrar yattı, yine oturdu. Ne yapsa rahat edemedi. Zaman geçmiyordu. Küçük oda daha da daralmıştı sanki. Eşyalar, gardırop, hatta duvarlardaki Monet tabloları bile üzerine üzerine geliyordu. Nesrin’i özledi birden. Nasıl da eksik kalıvermişti… Mezuniyete ne kalmıştı şurada… Nesrin kep giydiğimi göremeyecek. Kalamam buralarda yalnız başıma…
Temiz bir gömlek, bir pantolon geçirdi üzerine. Sırt çantasına birkaç parça eşyasını koydu. Pardösüsünü giydi. Bir kez daha karton kutuya baktı. Evet, güvendeydi. Yağmur inatla yağmaya devam ediyordu. Metro inşaatı yüzünden çamur içinde kalan yolu aşıp, Tren garına doğru yöneldi. Yaklaştıkça garın kendine özgü hüzünlü ve heyecanlı uğultusunu duyabiliyordu. Açık gişeye yöneldi.
“İstanbul’a gidecek gece yarısı trenine bir bilet lütfen.”