Her şey ne kadar mükemmel değil mi? Dünya karanlık diye bir kavram geliştirmiş, tüm kâbusları oraya gizlemiş. İnsanların gözlerinin göremeyeceği kadar kırmızıya boyamış karanlığı. İnsanların kulaklarına ulaşamayacak çığlıkları yerleştirmiş içine. Benim kanımı da katmış kırmızısına. Benim çığlıklarım da kaybolmuş boşluğunda. Benim kolumu da çalmış atmış, karanlığın korkuyla, acıyla buluştuğu bir sokağa.
Gözlerimi yeni bir güne açarken odamın en güzel köşesinde adeta uçan Anka Kuşu tablosuna bakıyordum yine. Kendimi her şeye rağmen onun gibi güçlü hissediyordum ya da belki de ona sadece hayrandım.
Saatin öğlene yaklaştığını fark ettiğimde dolabıma yöneldim ve protez kolumla uyumlu bir elbiseyi askıdan aldım. Mavi elbisenin üzerinde hafif bulut desenleri vardı ve protez kolum da mavi renkte olduğundan uyumlu görünüyorlardı. Mavi her daim en sevdiğim renk olmuştu. Dört harfe sığmayacak bir özgürlük taşıyordu içinde. En az gökyüzü kadar, denizler kadar… Sonsuzdu.
Sarıya boyattığım saçlarımın dolgun göründüğüne kanaat getirdikten sonra saçlarımı açık bıraktım. Diz kapaklarımın üzerinde biten elbise aynı zamanda gökyüzü kadar parlak olan bir elbiseydi. Makyajımı da tamamlayarak evden çıktığımda sade bir makyaj süslüyordu yüzümü. Alışveriş merkezine gidip gezmek istiyordum. Yalnız başıma. Çünkü ben hak ediyordum. Kalabalık bir caddeden geçerken neden bu kadar kalabalık olduğunu anlayamıyordum. Ben mi hiç bu caddeye gelmemiştim yoksa bir şey mi oluyordu? Bilinçaltım tüm kötü ihtimalleri saymaya başladı bile. Aklıma ilk gelen ihtimalle bir geriledim. Zaman durmuştu sanki ya da kendi dünyamda ilerleyen zamanla gerçek dünyanın saniyeleri o an için aynı hızda değildi. Yaşadıklarım ete kemiğe bürünmüş bir şekilde önümdeydi. Bir çığlık, sessiz yalvarışlar ve sağ kalamayacak bir ruh… Etrafımda duyduğum tüm uğultular bir anda kadın çığlığına döndü sanki. Etrafı kırmızıya boyanmış görüyordum artık. En yakındaki banka kendimi bırakıp sakinleşmeye çalıştım. Hayır, şimdi olmazdı. Hayır, şu an değil, şimdi değil, artık değil. Dakikalarca zihnimle savaştıktan sonra yine ben kazanmıştım. Ayağa kalkarak yürümeye başladım. Küçük el çantamdaki kulak içi mavi kulaklığı çıkararak kulağıma taktım. Zihnimi şarkılarla boşalttıktan sonra huzuru hissederek yürümeye devam ettim. İnsanların bir yerde toplandığını fark ettiğimde şarkı zihnimi susturmaya yetmeyecekti. Duvara çarpacakmışçasına adımlarımı durdurduğumda hem çok düşünüyordum hem de hiçbir şey düşünemiyordum. Kahretsin! Bu duyguyu daha önceden tanıyordum. Travma denilen o sözcük, ruhuma meydan okuyordu. Ve kahretsin ki kazanacak kavramı biliyordum. Kavrayacaktı o da beni. Boşlukta bırakacaktı sanki. Ben zihnimle nasıl yaptığımı bile bilmeden savaşırken adımlarım kendini oraya götürüyordu. Filmlerdeki gibi aralarından sızmak istesem hepsi izin verirdi. Görüyordum. Ama bunu yapmaya hazır değildim. Ama yapamazsam kulaklarımdaki kulaklık mı susturmuş olurdu çığlıkları yoksa gözlüğüm olmamasına rağmen mavi harelerim mi yok sayardı onu? Hayır, sen cesur bir kızsın! Hayır, ben cesur bir kızım! Yapabilirsin! Yapabilirim!
Yaptım da. Yerde acıyla kıvranan adama çevrildi bakışlarım. Hayır filmde değildik! Bilinçaltım beni kandırıyordu. Ben bu adamı tanıdığımı kabullenmek istemiyordum. O hapisteydi. En azından öyle olmalıydı. Hayır, ismi ağzımdan falan dökülmedi! Hayır, arkama bakmadan kaçsam cani biri olmazdım. Kendimi korurdum, korudum. Arkama bile bakmadan kaçtım. Adımlarım büyük değildi belki. Ama ben en çok geçmişimden koşarak kaçmıştım. Zihnimi toparlayabildiğimde bir nebze rahat hissediyordum.
Bir sokak röportajı yapmaya çalışan neredeyse benim yaşlarımda görünen çocuğa değdi bakışlarım. Aynı anda o da beni gördüğünde bana doğru gelmeye başladı. Dudaklarıma samimi sayılabilecek bir gülümseme yerleştirdiğimde parlayan gözleriyle bana baktı. Yüzündeki tatlı gülümseme beni iyi hissettirdi.
Çocuk bana ulaştığında “Röportaj yapıyordum da katılmak ister misiniz?” diye sordu kibarca. Bu teklifi kırmayıp baş salladığımda arkadaşı bize doğru koşmaya başladı. Elinde kamerası vardı yeni gelen çocuğun.
Kameranın ayarlarını yaptıktan sonra gülümsedi ve baş parmağını kaldırarak “olumlu” işaretini verdi. Ardından sıcak bakan çocuk samimi şekilde gülümseyerek sorusunu sormaya başladı. “Türkiye’de kadın olmak hakkında ne düşünüyorsunuz?”
Koca bir boşluk… Zihnimin bu cümleyi tamamlayabilmesi bile mucizeydi. Gözlerim artık o iki çocuğu da görmüyordu. Sokaktaki halkın film izler gibi izlediği, yerde acıyla kıvranan adamı görüyordu. Etraftaki tüm sesler çığlığa dönmüştü sanki. Kendi çığlığıma. Duymaktan bıktığım sesler zihnimdeydi artık. Ya da belki etrafımda. Kahretsin! Seçemiyordum. Nereden geliyor, seçemiyordum! Etrafıma bakındım ama röportajın olduğu yerde değildim. Ben, sanırım bir sokaktaydım. Hayır, hayır, hayır! Ben o sokaktaydım! Ben huzurla evime dönüyordum. Huzur duygusunu son kez hissettiğimden habersizce yürüyordum. Müzik dinliyor, dans ederek ilerliyordum. Son kez dans ediyordum, en azından kendi irademle son kez. O anı tekrar yaşamıyordum. Ben o anı izliyordum âdeta. Koşarak ona yardım etmem lazımdı. Oysa felç kalmışçasına hareketsizdim. Nefes alışverişlerimden bile şüpheliydim.
Sokak lambalarının aydınlattığı sokakta bir tek o kız vardı. Bir tek eski Pera oradaydı. Her şeyden habersiz yürürken, arkasındaki ayak seslerini duyunca arkasına bakarak ilk kez o an “Keşke bakmasaydım, görmeseydim.” demişti. Ama son değildi. Adımlarını hızlandırırken müziği kapatacaktı. Belki de bu senaryoyu bir filmde izlesem de aynı duyguları yaşardım. Ama bu kızın kendim olmasını kaldıramıyordum. Bir sonraki hamlesini bilip yine de hiçbir şey yapamamak… Tarif edemiyordum. Etsem de ne zaman duyulmuştum ki ben şimdi dinlenecektim? Kız tam da dediğimi yaparak kulaklığını çıkardı ve adımlarını hızlandırdı. Yokuş yukarı çıksa görecekti evini. Yakındı yani.
Tekrar arkasına baktı. Henüz 19 yaşını bitirmemişti bile. Bütün dünya durmuş gibiydi. Renkler solmuş, korku tüm benliğini esir almıştı. Bir an duraksadı. Önce ne yapacağını bilemedi. Durdu. Aklına adamı şaşırtıp evlerinin bulunduğu sokağa girmek geldi. Adımlarını hızlandırdı, kalbi yerinden çıkacak gibiydi. O an haberlerde görüp üzüldüğü tüm kadınların yüzleri tek tek önüne geliyordu. “Allah’ım lütfen, yardım et bana, lütfen!” Büyük bir gürültü oldu ve sonrası aylarca süren tedaviler, bitmeyen ameliyatlar…
Zihnimin unuttuğu bir yeri daha izlerken nefesimi tutmuştum. Sol kolumu göremiyordum. Anlaşılan zihnim o anı bana tekrardan vermeyecekti. Ama kanayan sol omzum ve sokaktan geçen birkaç kişinin beni izleyişi… Burayı hatırlamıyordum. Keşke hiç hatırlamasaydım. İzleyenlerin birkaç adamdan ibaret olması nefesimi tutmama yetmişti. Birinin yanında karısı olduğunu düşündüğüm zarif bir kadın da vardı. Bana bakarken gözlerinde korku vardı. Eski Pera’nın gözleri kapalıydı. Öldüğünü sanıyor olabilirler diye düşünecekken kulaklarım zavallı kızdan gelen boğuk ince ve yardım istediği belli olan sesleri duyduğunu beynime hatırlattı. O zaman amaç neydi? Neden seslerim duyulmuyordu? Sokak lambaları da mı sönmüştü? Bu karanlık 19 yaşlarında bir kıza fazla değil miydi? Ya da benim günahım neydi? İlkokulda bir marketten cips çaldım diye mi yaşıyordum bunları?
Bir an gözlerim karanlığa büründü. Karanlık yavaş yavaş aydınlanırken hastane odasını görüyordum. Ve hayır, yine kendimde değildim. Ama eski Pera’nın yüzündeki kanlar gitmişti. Yüzü tanınıyor muydu? Bilmiyorum. Ama birkaç hafta sonraydı bu. Yüzümde hâlâ izi olan o kazayı her gün fondöten ve kapatıcılar yardımıyla kapatsam da burada oldukça açıktı. Ve yüzüm fark edilmiyordu ama sol kolumun protez olduğunu anlaşılıyordu.
Aniden gözlerim yeniden karardı. Ve yine yavaş yavaş aydınlanırken bir mahkeme salonunu görüyordum. Benim bu felaketi yaşamama neden olan o adam ve kendi yolunda giderken kaza yapan kamyoncu ifade veriyordu. Hakim’in “Karar…” diyen gür sesini duyduğumda heyecanlandım. Çünkü o gün, ben mahkemede yoktum ve bu adamların tutuklanma sahnesini gerçekten merak ediyordum. “5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 62. Maddesinin 2. Fıkrasına göre ve zanlıların mahkemede takım elbise ile saygılı bir duruş sergilemeleri nedeniyle…” Ne? Takım elbise mi? Saygı mı?
Gözlerimi bir çırpıda açtım. Evet, ben bendim artık. Büyümüş Pera olarak kendimdeydim. Aslında beni benden almışlardı ama… Ben yine de bendim. Psikoloğun bile bana yıllarca ulaşamadığı yılları bir çırpıda tüketmiştim. Ben tektim ama güçlüydüm. Hikayemi bilmeyen onca kadın olacak belki ama ben bilenlere idoldüm.
Karşımda bana samimi gülümseyen çocuğa baktım. Yüzüm terlemişti ve dolayısıyla fondötenim akmış olmalıydı. Elimi yüzüme değdirdiğimde o pürüzü hissettiğimi fark ettim. Tam pardon diyerek fondöteni çıkaracaktım ki ikisinden de aynı anda “Dur!” sesi yükseldi. Ellerim dondu ve onlara baktım. İkisi de utanarak birbirine bakarken kameraman tombul çocuk kendini feda ederek “Bu şekilde çok daha güçlü duruyorsunuz.” dedi. Sesi kısık ve utangaçtı. Ama bana güzel değil, güçlü durmak istediğimi fark ettirecek cinstendi. Ona gülümsedim. Ve kamerayı açması için gözlerimle işaret ettim. Demek istediğimi havada kaptı ve kamerayı açtı.
Samimi duran çocuk, soruyu değiştirip tekrardan sordu: “Kadın ve toplum arasındaki ilişki hakkında ne düşünüyorsunuz?”
O gün verdiğim cevabı birkaç hafta içinde gazetelerde görmeye başladım. Hikâyemi o iki çocuğa ve kameraya anlatırken haberlerde bile kendimi görüyordum artık. Yanağımdaki izi kapatmıyordum ve sanırım ben artık oradan tanınıyordum. Tüm bu çabam korkularımı bir başka yaşamasın, yolda rahat yürüyebilelim, istediğimiz gibi giyinebilelim diyeydi. Kadın olmak suç olmamalıydı.
*Özel Antalya Toplum Koleji Anadolu Lisesi Liselerarası 1. Öykü Yarışması Üçüncüsü