Onur Köybaşı: Doğal bir zehirlenmeden, şeylerin çarpımından, kadınlığından, erotizmden, Ahmet Haşim’den yüzleştiğin anne ve babandan ve onlardan kopuşundan, iki kişi olmaktan, puma atlardan, şifadan, Raskolnikov, Hedda Gabler ve Silvia’dan, İyinin en az kötü kadar baştan çıkarıcılığından, Leopar Macbeth’ten, büyüden, rüyadan, yaralayan şeylerin öğreticiliğinden, Prenses Kaguya’dan, Roma’ya, kalbine, yak!
Elvin, ne çok şiir ve aslında tek bir şiir gibi yeni kitabın; 160.kilometre etiketli “Roma Benim Kalbim, Yak” hayırlı olsun. Başlamadan önce arkada çalacak bir şarkı istesem senden ve sonra nasıl başladı bu yolculuk diye devam etsem…?
Bu serüven nasıl başladı? Sanıyorum birçok şair gibi yaşamda var olma, yaşamda kalma, var olmanın acısıyla erken yaşta tanışmayla başladı. Hepimiz farklı acılarla tanışıyoruz. Başkalarının acılarını deneyimliyoruz. Bazıları yaşam yolunda önlerine çıkan duraklarda onları bir sonraki durağa götürecek taşıtları bekler, bazılarıysa ki bunlara sanatçı diyorum, taşıtsız kendi yollarını kaybolmak pahasına aramaya koyulur. Bunu ne kadar bilinçli yaparlar bilmiyorum, ben beni geleceğe götürecek durakta beklerken, neden birden tek başıma taşıtsız yaya yollarda kaybolmayı seçtim? Bir bilinç var mıydı bunda? Henüz bu sorunun yanıtını kendime net bir biçimde veremiyorum. Bazen var görünüyor bazen yok görünüyor. Emin olduğum bir şey var ki yoldan saptığım, emin olduğum bir şey var ki saptığım yolda mutlu olduğum. Bu mutluluk, içinde kahkahalar barındıran bir mutluluk değil, bu mutluluğun içinde yalnızlık, acılar, canlılar, daha çok insan olmayan canlıların acıları var sanki. Bilmiyorum ki, ben de öğrenmeye çalışıyorum bu yolculuğun nasıl başladığını. Hindistanlı Kabir, şu ezgiyi okuduğunda 120 yaşındaymış ve ölmek üzereymiş: “Sarhoşum neşeden, gençliğin neşesinden, otuz milyon tanrı burada, oraya gidiyorum. Mutluluk! Mutlulukla aşıyorum kutsal çemberi.” Ece Ger’in Meet Jim filminde mutluluk entelektüel bir seçimdir diyor Jim. Bu serüvene nasıl başladın diye soruyorsun ya, buna başlamak bir seçim değil ama yolda kendi yolunu aramak, ararken karşılaşacağın belaları göze almak bir seçim. Bence şair bu seçimi yapabildiği için de biraz şair oluyor şiir yazmadan önce.
Onur Köybaşı: Naif bir direniş var şiirinde üstelik rahat bir söyleyiş, gündelik hayatında nasıl birisin peki, hiç isyan ettiğin şeyler olmuyor mu ?
Elvin Eroğlu: Naif miyim, gerçekten bilmiyorum. Kırılganım, yengecim, tahmin edemeyeceğiniz kadar duygusalım. Şimdi ormanlar yanıyor, bu bir iklim krizi mi yoksa sistem krizi mi? Bir yandan yanan ormanların acısını içimde dindirmeye çalışırken diğer yandan politik bir direniş için ne yapmam gerektiğini soruyorum kendime. İçimdeki ilk ses beni ormanın bir köşesine sürükleyip orada durmaksızın ağlamamı ağlamamı ağlamamı söylüyor. Sanki sadece ağlayarak içimdeki acıyı dışarı çıkarıp gözyaşlarıyla her şeyi iyileştirebileceğime dair salak saçma bir duyguya kapılıyorum. Bu naiflik mi, belki. Ama sonra kendimden hiç beklemediğim cesur bir insan, kalk diren savaş, diyor. Onu daha fazla dinlemem gerektiğini biliyorum. Bir şiirimde pasif aktivistim dedim. Pasifliğim duygularımın kendi üzerimdeki yıkıcılığından geliyor. Kendimi daha aktivist biri olarak eğitmeyi hep istiyorum. Dünyanın tehlikeleri dünyanın gerçek sorunlarıdır. Ya da dünyanın sorunları dünyanın tehlikeleridir. Şiir falan yazmayı bırakıp iklim krizi için savaşmayı düşünüyorum. Hayatımı böyle bir şeye adayabilirsem şiir yazmaya da ihtiyacım kalmaz.
Bu rahat söyleyişi başkaları da soruyor, halbuki ben hiçbir şiiri rahat yazamıyorum. Neden öyle sorulduğunu da anlıyorum. Bende rahat söyleyiş diye tanımladığınız şey henüz biçim kazanmamış, biçim kazansın istemediğim amorf duygu ve düşünceler aslında. Bir ağaca baktığınızda biçimsel olarak zihninizde onu deforme etmek istemezsiniz. O kendi gibidir. Fazlalığı eksikliği yoktur. Kendini bir şeye benzetmeye çalışmaz. Bende gördüğünüz rahat söyleyiş tarzı da bunun gibi bir şey. Eksiksiz fazlasız bir ağaç, öylece durduğu yerde ne kadar rahatsa, yazmaya çalıştığım şiir de öylece olduğu gibi olduğu yerde kendinden başka bir şeye benzemeyen bir rahatlıkta olsun istiyorum.
Onur Köybaşı: Şiirini sırtında taşıyan bir kaplumbağa gibisin; hepsi ve her şey senin evin sanki. Ve en ufak bir tehlikede başını içeri geçirip korunmaya çalışan güzel bir hayvan gibisin. Bu beni çok etkiledi. Bunun için özel bir çaban oluyor mu ve şiirle ne zaman birbirinize bulaşmaya başladınız?
Onur Köybaşı: Hepimiz birbirimizin sahtekârı mıyız cidden?
Elvin Eroğlu: Maalesef evet, önce kendi kendimizin sahtekârıyız, sonra en sevdiklerimizin, sonra en sevdiklerimizin sevdiklerinin sonra onların çevresindekilerin vs vs. Elbette iyilik var, güzel duygular güzel dostluklar, güzel aşklar var ama sahtekârlık daha fazla. Kendime bakıyorum, kendimin sahtekârı olduğum zamanlarla, kendime dürüst olduğum zamanları karşılaştırıyorum. Maalesef kendimin sahtekârıyım.
Onur Köybaşı: Bir duvarın var mı hayatla, insanlarla, bana bu kadar yaklaşabilirsiniz dediğin anlar neler?
Elvin Eroğlu: Ben insanlardan çok korkan birisiyim. Dolayısıyla çok katlı duvarlarım var. Bugün en yakın arkadaşlarım diyebileceğim insanlarla önce o duvarların ardındayken konuşabilmişimdir. Edgar Allan Poe’nun Amontillado Fıçısı diye bir öyküsü vardır. Örülü duvarlar içinde ölen biriyle bitiyor. Poe, öyküyü huzur içinde yatsın anlamına gelen in pace requiescat sözleriyle bitirir. Kendi duvarlarım arasında huzur içinde yatmaya hazırım.
Onur Köybaşı: Şiir olmasa neyle anlatmak isterdin meseleni?
Elvin Eroğlu: Her zaman sinemaya ilgi duydum ama sinema tek başına yapılacak bir sanat değil. Şu an az önce bahsettiğim, kendime ördüğüm iletişim duvarları arasından sesimi duyan, seslerini duyabildiğim iki arkadaşımla kısa bir film projesine çalışıyorum. Kendimi sinema için eğitiyorum. Tüm zorluklarına rağmen gönlümde yatan aslan sinema ama şiir olmasaydı, yerine tek başına yapabileceğim sanat herhalde ve kuşkusuz resim olurdu.
Onur Köybaşı: Yakın zamanda babasını kaybeden biri olarak “Melekler de Ölüdür, Senin Şu Düşüşünden Beri” şiirin beni derinden etkiledi. Bir mektup okur gibi okudum adeta. Babanla ilişkin nasıldı ve pek tabi ailenle? Nasıl bir çocukluk geçirdin?
Elvin Eroğlu: Çok sevdiğiniz birini kaybettiğinizde aslında onu bulmaya en yakın olduğunuz an oluyor. Ben çocukluğunu da kaybetmiş biriyim dolayısıyla onu bulmuş biri de.
Onur Köybaşı: Unutmaya ya da unutmamaya özen gösterdiklerin neler, aslında tam olarak hatırlamakla ilgili derdin var mıdır?
Elvin Eroğlu: Tanpınar, sanıyorum Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde “unutmak insanın en önemli mucizesidir” diyor. Ben bu mucizeye maalesef erişmiş değilim. Unutmayı öğrenmeye çalışıyorum. Unutmayı öğrenmem gerektiğini biliyorum. Neyi unutacağımı neyi asla unutmamam gerektiğinin ayırdı için gerçekten çaba sarf ediyorum. Çünkü zihnim unutmam gereken ama asla unutamadığım ayrıntılarla dolu. Eğer onları ayıklayabilirsem aydınlanacağımı düşünüyorum. Heraklitos, fragmanlarının birinde şöyle söylüyor, bunu Ferit Edgü’den öğrenmiştim “Yolun gittiği yeri unutanı hatırla.” İnsanın tüyleri diken diken oluyor değil mi?
Onur Köybaşı: En çok neyden sıkılıyorsun bugünlerde ve en son okuduğun şiir kitabı?
Elvin Eroğlu: Benim için süresini dolduran hemen her şeyden sıkılıyorum. Şu günlerde canımı sıkan değil de canımı yakan şeyler var. Yangınlar, gezegeni bekleyen kuraklık, çaresizliğimiz, umutsuzluğumuz, Türkiye ve Türkiyeliler, ekonomi, her şey acı içinde.
Aynı anda birçok kitabı ve daha önce okuduğum şairleri okuyorum. Bunlar herkesin bildiği şairler. Yeni keşfettiğim biri yok.
Onur Köybaşı: Ve son olarak: Hadi dünyayı kapatıyoruz hanımlar beyler diye anons geçiyor durum çok ciddi. Çantanı hazırlıyorsun bir yandan gidiyoruz artık. En son ne bırakmak isterdin dünyaya?
Elvin Eroğlu: İnsan yaşamını değil ama canlı yaşamının devamını sağlamak için bir şeyler yapmak isteyebilirdim. Bir yerlere tohumlar saklamak gibi.