Hilal Karahan: Işığın Nefesi yeni bir kitap. Şiirimize taze bir nefes. Eski şiirdeki fahriyeleri andıran dizeleriniz, Neveser Kökdeş’e ithaf ettiğiniz “Gül Yağmuru”, makam şiirleriniz… müziğin söze nüfuz eden ruhu mu? Fısıltı Ritmi artık makamlarla, tangolarla mı kendini duyuruyor?
Emel Koşar: İsmimi (emellerimi) şiirlerimde çoğaltıyorum. “Her emelimi, her arzumu” şiirleştiriyorum. Emellerin estiği şarkıların, tangoların ritmini şiirlerime taşıyorum.
Makamların iyileştirici gücü, Osmanlı döneminde bazı hastalıkların müzikle tedavi edilmesi, her makamın belirli bir zaman diliminde dinlendiğinde ruha ve bedene daha faydalı olması (Mesela hicâz makamının etkisinin gece daha fazla olduğuna, kemikleri, beyni ve çocuk hastalıklarını tedavi etmede faydalı olduğuna inanılır.) bana şiirin şifasını hatırlatıyor.
Musikinin (ölçülü nağmeler), zihnin ve bedenin ritmine uyum sağlayarak kişinin akıl ve beden sağlığını düzelttiğini biliyoruz. Ruhu ve nefsi okşayan beş yüz elliden fazla Türk müziği makamı yüzyıllardır şifa kaynağı olarak kullanılıyor. Farabi rast makamının insana sevinç, ısfahânın eziyet, hüseynînin barış, hicâzın tevazu hissettirdiğini söyler.
Neveser Kökdeş şarkıları ve trajik hayat hikâyesiyle beni etkileyen bir besteci.
Neveser Kökdeş piyano, tambur ve gitar çalmasının yanında güfteleri ve besteleriyle de tarihe damgasını vurmuş bir sanatçı. Evliliklerinin ikinci yılında eşinin Çanakkale Savaşı’nda şehit düşmesinden sonra yüz felci geçiren ve içine kapanan Neveser Kökdeş’in “Canandan Uzak”, “Kuş Olup Uçsam”, “Gül Olsam Ya Sümbül Olsam” ve “Bir Emele Bin Ah Çeksem” gibi geleneksel formların dışına çıkan besteleri (tango, vals, şarkı…) kadınların hüzünlü çığlıklarını yansıtıyor. Işığın Nefesi’nden sonraki şiir kitabımda da “Gül Yağmuru” şiirimdeki gibi tango fırtınası devam edecek.
Fısıltı bir haykırışa dönüştü, Işığın Nefesi’nde yerini yangına bıraktı. Fısıltının ritmi yağmurla başkalaştı, fırtınayla dalgalandı.
Hilal Karahan: Doktor olduğum için “Tabut Doğumu” şiiriniz ilgimi çekti. Doğum, kadın, bebek üçgeni, doğurganlık… kadına bir lütuf mu, ceza mı?
Emel Koşar: Arkeoloji her zaman ilgimi çekmiştir. Bir arkeolojik kazıdaki buluntular “Tabut Doğumu” şiirimi yazmama vesile oldu. Hamile bir kadının ölümünün ardından ceset çürümeye başlayınca ortaya çıkan gazlar bebeği dışarı itebilir ve “tabut doğumu” gerçekleşebilir. Anne ve çocukların trajedileri bazen öldükten sonra da devam ediyor. Kadınların çilesi bitmiyor.
Hilal Karahan: “oysa cennette cinayet işlenmez/hayatın çatlaklarından sızıyorsun//kederin ipliklerini eritiyor öfken/kan düğümün kalbimdeki ırmakta/rüzgârlıyım her zaman” (“Düş Kırığı”, s. 67) diyorsunuz. Cennet, şiir mi? Rüzgâr, dünyanın kiri mi?
Emel Koşar: Daniel Espinosa’nın 44. Çocuk filmindeki “Cennette cinayet işlenmez” cümlesi toplumdaki problemleri çözmek için önce kabullenmek gerektiğini ifade eder. Çünkü dünyada cenneti yaşamak mümkün değil. Mükemmel bir toplum yok. Şiddetin ve kadın cinayetlerinin azalmasını diliyorum tabiî ki. Şiir, cennet ve cehennemin ötesinde esen bir rüzgâr.
Hilal Karahan: “Gül, zambak, mimoza, ağlayan gelin, buz çiçeği, sonsuzluk çiçeği, gölge çiçeği, sümbülteber”… Şiirlerinizi çiçekler renklendiriyor. Kiraz kuşunu da çiçek sandım. Bambaşka bir hikâyeyle karşılaştım. Şiirlerinizde geçen her kelimenin bir hikâyesi mi var?
Emel Koşar: Çiçeklerin mitolojideki ve tarihteki sembolik anlamları kadar hayatımızdaki renkleri de önemli. Her çiçeğin bir hikâyesi ve sembolik anlamı var. Mesela Srebrenitsa’da toplu mezarların bulunduğu bölgede cesetlerin toprağı beslemesi sonucunda artemis (ölüm çiçeği) adındaki çiçeğin artışı dikkati çekti. Çiçeklerin çoğalmasıyla birlikte sadece bu bitkiyle beslenen mavi kelebekler de çoğaldı. Artemisler ve mavi kelebekler takip edilerek üç yüz toplu mezar bulundu.
1946 yılında İkinci Dünya Savaşı’nın ardından İtalyan Kadın Birliği üyeleri toplumun yeniden inşasının “kadın dayanışmasına” bağlı olduğunu düşündüler. Martta çiçek açan mimoza (küstüm çiçeği) da Dünya Kadınlar Günü’nü sembolize etti.
Çiçeklerin kraliçesi gülün tasavvufî ve mitolojik göndermeleri kadar gül bayramları ve yağmurları da önemli. Kelimeler şiirlerimin yapıtaşları.
Romalılar zamanında yemek yiyecek kişinin başının üstüne bir örtü örtülür ve kiraz kuşu onun dillinin üzerine yerleştirilirdi. Soluk alıp vererek kuş soğutulur ve kuşun yağları eriyip damağa yayılırdı. Ağız kapatılırken kuşun başı koparılıp atılırdı. Kuş en az on beş dakika çiğnenirdi. Bu “ölüm seremonisi” insanların her devirdeki zalimliğinin beni en çok etkileyen göstergelerinden biri.
Hilal Karahan: Sesin Limanları’nda mitolojik şiirlerinizi okumuştuk. Işığın Nefesi de mitolojik bir kitap. Akademik kimliğinizle derste işlediğiniz, şiirlerini çözümlediğiniz şairlerin şiir yazma yöntemlerini, eski şiirin kurallarını, mitolojiyi, tasavvufu kendi kitaplarınızda uyguladığınızı görüyorum. Yoksa o kuralları yıkıyor musunuz?
Emel Koşar: Montaigne “Şiirin orta hâllicesi beylik ölçülerle, sanat bilgisiyle yargılanabilir; ama şiirin iyisi, olağanı aşan, tanrısal olan kuralların ve aklın üstündedir.” der. Şiir yazmanın kuralları, yöntemi yok. Şiir; öykü ve roman gibi kurgu sanatı değil. Duygu sanatı. “Şöyle mitolojik bir şiir yazayım” diye şiir yazılmaz. Şiir yazmayı öğretmiyoruz biz. Sadece şiir tarihini anlatıyoruz ve metin inceleme yöntemlerini örneklerle gösteriyoruz. Geniş bir coğrafyaya yayılan ve derin geçmişe sahip olan Türk şiirinin önemli duraklarından bahsediyoruz. Türk Dili ve Edebiyatı eğitimi şiir atölyelerine benzemez. Zaten kişi yetenekliyse tek yapması gereken şiir okumak ve yazmaktır. Kişi yazarak, yazdıklarını yırtıp atarak kendini geliştirir. Geçmişteki şairlerin yazdıkları, şiir disiplinleri genç şairin beslenme kaynağı ve aşması gereken birer dağdır.
Şiir, var olan sözcükleri bir araya getirme veya özgür bırakma sanatıdır. Her şairin tekniği, sesi, rengi farklıdır. Şiir söyleme/yazma sanatı duyguyu okura en etkili şekilde iletilmesiyle zirveye çıkar.
Mitolojiye gelince okuduklarım, izlediklerim, dinlediklerim tabiî ki şiirime yansıyor. Asklepios’un yılanlı asasıyla ölüleri dirilten gücü ve Prometheus’un ateşi tanrılardan çalıp insanlara vermesi, kuzgun efsanesi (Amerika’daki bazı kabileler kuzgunun ışığın getiricisi -kâinatın rahminden uçtuğuna ve güneşin ışığını insanlara getirdiğine- olduğuna inandılar.) hangimizi etkilemez ki.