Sıcacık bir ses, omzunuza dokunan bir el hatta size sır verecek bir dost gibi “Sen Yabancı Değilsin” diyor Feryal Tilmaç öykü kitabının adında. Daha oradan yakalıyor sizi. Kendinizi yakın hissediyorsunuz birden. Elleriniz daha bir istekle uzanıyor sayfalara. Okudukça içinde hissediyorsunuz kendinizi.
Adana’nın sıcağında gibi ta içinize işliyor anlatılanlar. Bazen Barajyolu’ndasınız tıpkı eski Adana ile yeni Adana’yı birbirine bağlar gibi, bazen Tepebağ’da eski yerleşim yerlerini, eski konakları hatırlıyorsunuz ve şehrin diğer ucuna Akkapı taraflarına uzanıyorsunuz. Sonra Konya’ya, İstanbul’a; resimlere, müzelere, hastaneye, psikolojiye, efsanelere, masallara… Ayağınız bazen yere basıyor, bazen farklı bir ortamda buluyorsunuz kendinizi.
Öykü hem konusu hem de dil ve anlatım zenginliği bakımından ilgimi çekti. Sıcak yerlerden gelip karlı yerlerde tutunmaya çalışan yeşil papağanların tersine ben de kuzeyden gelip güneye bu sıcak topraklara yani Adana’ya yerleştim yıllar önce. Yazarın ifadesiyle “dışarlıklı gelin” olarak irdelemeye çalıştım özellikle de bu hikâyeyi.
Eserin bazı hikâyelerinde kapılar açık kalırken bazılarında kapanıyor hem de sert bir şekilde. “Acaba?..” diyorsunuz. Bana da bu soruyu düşündüren Hacıyatmaz öyküsü oldu. İlk olarak yazar neden eserine “Hacıyatmaz” ismini koymuş sormadan duramıyorum kendime. Hacıyatmaz; üst yanı kadın ya da bebek biçiminde yapılan hokkabaz, dibinde bulunan ağırlık nedeniyle yere nasıl bırakılırsa bırakılsın hep dik bir durum alan oyuncaktır. Mecazi anlamda, güç durumlarda, çıkarları uğruna kişiliğinden özveride bulunarak kendini çabucak toparlamayı beceren kimsedir. Burada “Buldum!” der gibisiniz.
Hacıyatmaz hikâyesi “Kuşluk vakti bahçedeki demir kapı ağır ağır açıldı. ”cümlesiyle başlıyor. Kapının açılmasıyla biz de giriyoruz hikâyeye ama ağır ağır. Okudukça, ilerledikçe ağırlığı çöküyor üstümüze anlatılanların. Önce Sultan’ın hikâyesi başlıyor. Öksüz ve yetim büyümüştür. Ebedudu’nun aracılığıyla ağa kızı Münevver ve ağa oğlu Halis Bey çiftinin biricik oğulları Yusuf ile evlenmiştir. Evleneli altı ayı geçmesine rağmen hamile kalamamış, eşinin tek çocuk olması gerekçesiyle aklına kötü düşünceler gelir. Ona göre belki eşinin babası başkasıdır. Kendi çocuğu olmazsa üzerine kuma geleceği, kapı dışarı edileceği korkusuna kapılır, çünkü ağa kızı değildir. Bunu aklıyla -kendinin akıllı olduğunu düşünür-çözeceğine inanır.
Bu hikâye devam ederken Hallaç İbrahim Efendi dâhil olur olaya. Hallaç olarak girer Sultanların evine. Yani pamuk atacaktır. Misafir erkekle beraber esneyen karısını öldüren İbrahim’in hikâyesi Ebedudu’nun ağzından aktarılan bir deyişin hikâyesidir aslında. Anlatının farklı varyantları da var. Bu hikâyede esneşenler “yeni yetme genç ve adamın karısı” iken bazı anlatılarda “adamın arkadaşı ve kendi karısı” olarak karşımıza çıkıyor. Hatta adam esneyen karısını öldürdükten sonra misafir adamın karşısına geçer kendi de esnemeye başlar, pişman olur ve deyiş şöyle biter: “Esnek, esnek getirir; esnek, köstek getirir. Bizim akılsız avrat da samanlıkta kellesiz oturur.”
Önemli olan anlatıların farklılığı değil Sultan gelin ile İbrahim Efendinin namus kavramlarına bakışlarının sergilenmesi. “İnsan namusu için yaşar.” derler. Merak ediyorum namus nedir? Türk Dil Kurumu sözlüğünde namus iki farklı şekilde açıklanmıştır. İlk olarak “bir toplum içinde ahlak kurallarına ve toplumsal değerlere bağlılık, iffet” anlamına gelmekte; ikinci olarak “dürüstlük ve doğruluk” anlamını taşımaktadır. Buradan hareket ediyorum. Kim namuslu, kim namussuz? Karısını haksız yere öldüren İbrahim mi, yuvam yıkılmasın korkusuyla eski sevgilisinden çocuk sahibi olacağını zanneden Sultan mı yoksa İbrahim’i rüşvet ve yalancı şahit tutarak kurtaran Münevver Hanım mı? İçimden bir cümle geçiyor: …
“Kapı açmak” deyimi de geliyor aklıma “bir işe başlayarak, bir şeyi yaparak başkalarına örnek olmak”. Ebedudu’ya gönülsüzce açılan kapı Sultan’ın arkasından gürültülü ve sertçe kapandı.
“Ağalar”, “konaklar”,” bağ evleri” kısmî de olsa eserde yerini almış. Özel otoların ağa gelinlerinin yaşamlarına girişine tanık oluyoruz. Çöpçatanlardan, cinci hocalardan, evdeki emektarlardan; ortaya serilen savanlardan, oyulan patlıcanlardan, vişne reçellerinden, yeni pişen yufka ekmekten de nasipleniyoruz Feryal Tilmaç’ın kalemiyle.
Eserde halk arasında dolaşan belki bir batıl inanış belki de birilerinin uydurması bir söylenti de dikkatimizi çekiyor: Afife’nin gelini Nimet, kocasıyla evlenebilmek için ona eşek beyni yedirmiş.
Çukurova’daki pamuk yetiştiriciliğini ve çırçır fabrikalarını Yaşar Kemal’in eserlerinden belki birçoğunuz bilirsiniz. Eserde pamukla ilgili “hallaçlık”a yer verilmiş. İbrahim Efendi’nin mesleği olarak görüyoruz. Münevver Hanımların evine pamuk atmak için gelir. Yatak, yorgan ve yastıklardaki pamukları döküp yeniden kabartan kişidir hallaç.
Su gibi akan dili, sıcacık üslubuyla dolanırken sayfalar arasında unutmuyor Adana’sını Feryal Tilmaç. Serpiliyor satırlara “çomça, cıncık, savan, sedir, avrat, eke, kele, zaar, dışarlıklı” gibi isim ve sıfatlar, “abov” gibi ünlemler; “muhallanmak, yaltaklanmak, bırezlemek” gibi fiiller…
Biter mi daha pek çok deyim de var. “Burunlarının yelini kırmak, baldırı çıplak, damda gezen deli bahtı…” En çok da “gadasını almak” etkiledi bizi. İlk duyduğumda anlamamıştım ne demek olduğunu. “Gada” Arapça “kaza”dan geliyor. Hani kaza ve kader var ya! Halk ağzında “gada” oluvermiş. TDK’ye göre gadasını almak, bir kişinin günahını ve suçunu üstlenmek demektir. Bu sözün ikinci anlamı ise kişinin dert ortağı olmaktır. Nasıl da karşıya verilen değerin yüceliğini gösteriyor. İyi ki bu deyimi kullanarak okurlarına ulaştırmış yazarımız.
Sosyal, kültürel pek çok konuyu ve değeri eserine taşıyarak bizlere okuma imkânı sunan yazarımızın okuru bol olsun diyor, daha güzel eserlerini bekliyoruz.